Temel karakteristiği Allah, nübüvvet ve meâd konuları üzerinden şekillenen kelam, bu konuları ele alış tarzında ahlâkî perspektifi temele yerleştirmektedir. Bu açıdan kelam, bir yönüyle Allah bir yönüyle insanla ilişkilidir. Bu sebeple Allah-insan ilişkisinden bahsetmeyi gerekli kılmaktadır. Kelamcılar, bu ilişkiyi hem ontik hem epistemik hem de ahlaki açıdan ele almışlardır. Çünkü söz konusu bakış açısı Allah ve insan kavramlarını ve aralarındaki ilişkinin mahiyetini belirler nitelikte olacaktır. Oluşan Tanrı tasavvurları tüm boyutların birlikte değerlendirilmesiyle anlam kazanmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca, Tanrı hakkında çok farklı tasavvurlar üretilmiştir. Tanrı’nın yarattıklarından farklı olduğu kabulüyle O’nu anlamaya çalışanlar olduğu gibi O’nu yaratılan şeylere benzer şekilde tanımlayanlar da olmuştur. Bu tasavvurlar sadece varlık alanında kalmamış, O’nun eylemleri üzerinden de işletilmiştir. Kimine göre ahlaki bir temelde eylemde bulunan Tanrı, kimilerine göre yaptığından sual olunmayan bir Tanrı makbuldür. Kelamcıların söz konusu farklı Tanrı tasavvurları ise tenzih doktrinine dayanmaktadır. Ontolojik ve ahlaki temelde farklı yaklaşımlar, söylem gruplarının ya da düşünürlerin paradigmalarına göre şekillenmektedir. Mu‘tezile’nin Allah ve insan tasavvuru, insana ve hayata dönük yönüyle önemli Kur’ânî tespitleri içermektedir. Mu‘tezilî bir âlim olan Arap dili ve edebiyatının yetkin isimlerinden Ebû’l-Kāsım Mahmûd b. Ömer b. Muhammed el-Harezmî ez-Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) de eserlerinde, Allah-insan ilişkisine gereken ilgiyi gösterdiği bilinmektedir. Zemahşerî, takdîr gereği insanın belirli bir fıtratta yaratıldığının bu sebeple akıl ve irâde sahibi olarak yaratılan bu insanın yaptıklarından sorumlu olduğunun farkındadır. Dini pratiğinde Hanefî aidiyete sahip olan Zemahşerî, aklı ön planda tutan, aklın işlevsel yönünü vurgulayan bir din anlayışına sahiptir. Zemahşerî’de yaratmanın ilk aşamasından itibaren adaletli bir Tanrı fikri hakimdir. Onun, Allah’ın kâdir, âlim ve âdil olmasıyla ilgili yaklaşımı ve bağlantılı olarak irade konusundaki değerlendirmeleri, Allah-insan ilişkisini nasıl bir temelde ele aldığına işaret etmektedir. Bununla birlikte, Zemahşerî’nin ilâhî fiiller, insan fiilleri, akıl, bilgi, taklit, hüsun-kubuh, hidâyet-dalâlet, dâî, fâil, kötü/kabîh ve fâili, hikmet, maslahat ve tüm bunları içine alacak şekilde teklîf yaklaşımı onun Allah-insan ilişkisini ahlaki boyutta ele aldığına dair sağlam sabiteler içermektedir. Kitâbü’l-Minhâc, Zemahşerî’nin söz konusu görüşü hakkında genel çerçeveyi belirleyen bir eseridir. Keşşâf ‘an hakâik-i (gavâmizi')t-tenzîl ve ‘uyûni'l-ekâvîl fî vücûhi't-te’vîl isimli eseri ise Zemahşerî’nin görüşlerini ve derinliğini birçok açıdan anlama ve değerlendirme imkânı veren te’lîfidir. Dolayısıyla bu çalışma, Zemahşerî’nin Allah-insan ilişkisinde ortaya koyduğu ahlaki yaklaşıma dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda çalışmamız Zemahşerî ile sınırlandırılırken, gereken yerlerde mukayaseli değer
{"title":"Zemahşerî’de Allah-İnsan İlişkisinin Ahlâkî Boyutu","authors":"Z. Koç","doi":"10.18505/cuid.1434968","DOIUrl":"https://doi.org/10.18505/cuid.1434968","url":null,"abstract":"Temel karakteristiği Allah, nübüvvet ve meâd konuları üzerinden şekillenen kelam, bu konuları ele alış tarzında ahlâkî perspektifi temele yerleştirmektedir. Bu açıdan kelam, bir yönüyle Allah bir yönüyle insanla ilişkilidir. Bu sebeple Allah-insan ilişkisinden bahsetmeyi gerekli kılmaktadır. Kelamcılar, bu ilişkiyi hem ontik hem epistemik hem de ahlaki açıdan ele almışlardır. Çünkü söz konusu bakış açısı Allah ve insan kavramlarını ve aralarındaki ilişkinin mahiyetini belirler nitelikte olacaktır. Oluşan Tanrı tasavvurları tüm boyutların birlikte değerlendirilmesiyle anlam kazanmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca, Tanrı hakkında çok farklı tasavvurlar üretilmiştir. Tanrı’nın yarattıklarından farklı olduğu kabulüyle O’nu anlamaya çalışanlar olduğu gibi O’nu yaratılan şeylere benzer şekilde tanımlayanlar da olmuştur. Bu tasavvurlar sadece varlık alanında kalmamış, O’nun eylemleri üzerinden de işletilmiştir. Kimine göre ahlaki bir temelde eylemde bulunan Tanrı, kimilerine göre yaptığından sual olunmayan bir Tanrı makbuldür. Kelamcıların söz konusu farklı Tanrı tasavvurları ise tenzih doktrinine dayanmaktadır. Ontolojik ve ahlaki temelde farklı yaklaşımlar, söylem gruplarının ya da düşünürlerin paradigmalarına göre şekillenmektedir. Mu‘tezile’nin Allah ve insan tasavvuru, insana ve hayata dönük yönüyle önemli Kur’ânî tespitleri içermektedir. Mu‘tezilî bir âlim olan Arap dili ve edebiyatının yetkin isimlerinden Ebû’l-Kāsım Mahmûd b. Ömer b. Muhammed el-Harezmî ez-Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) de eserlerinde, Allah-insan ilişkisine gereken ilgiyi gösterdiği bilinmektedir. Zemahşerî, takdîr gereği insanın belirli bir fıtratta yaratıldığının bu sebeple akıl ve irâde sahibi olarak yaratılan bu insanın yaptıklarından sorumlu olduğunun farkındadır. Dini pratiğinde Hanefî aidiyete sahip olan Zemahşerî, aklı ön planda tutan, aklın işlevsel yönünü vurgulayan bir din anlayışına sahiptir. Zemahşerî’de yaratmanın ilk aşamasından itibaren adaletli bir Tanrı fikri hakimdir. Onun, Allah’ın kâdir, âlim ve âdil olmasıyla ilgili yaklaşımı ve bağlantılı olarak irade konusundaki değerlendirmeleri, Allah-insan ilişkisini nasıl bir temelde ele aldığına işaret etmektedir. Bununla birlikte, Zemahşerî’nin ilâhî fiiller, insan fiilleri, akıl, bilgi, taklit, hüsun-kubuh, hidâyet-dalâlet, dâî, fâil, kötü/kabîh ve fâili, hikmet, maslahat ve tüm bunları içine alacak şekilde teklîf yaklaşımı onun Allah-insan ilişkisini ahlaki boyutta ele aldığına dair sağlam sabiteler içermektedir. Kitâbü’l-Minhâc, Zemahşerî’nin söz konusu görüşü hakkında genel çerçeveyi belirleyen bir eseridir. Keşşâf ‘an hakâik-i (gavâmizi')t-tenzîl ve ‘uyûni'l-ekâvîl fî vücûhi't-te’vîl isimli eseri ise Zemahşerî’nin görüşlerini ve derinliğini birçok açıdan anlama ve değerlendirme imkânı veren te’lîfidir. Dolayısıyla bu çalışma, Zemahşerî’nin Allah-insan ilişkisinde ortaya koyduğu ahlaki yaklaşıma dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda çalışmamız Zemahşerî ile sınırlandırılırken, gereken yerlerde mukayaseli değer","PeriodicalId":515937,"journal":{"name":"Cumhuriyet İlahiyat Dergisi","volume":"87 7","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-06-02","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141389381","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Bu çalışmada klasik eserlerden modern çalışmalara kadar birçok dilsel araştırmaya konu olan dilsel örüntünün son dönem dil çalışmalarına yansıması olan tedâm/ eşdizim olgusunun Arap dilinde cümlenin anlamsal bütünlüğüne katkısı ele alınmıştır. Bu olgu aslı itibariyle tüm dillerde farklı şekillerde bulunan temel örüntünün nasıllığını gözler önüne seren, şekilsel bir olgudur. Dilde iki unsurun bir birini gerektirmesi (istilzâm) veya kesinlikle yan yana gelememesi (tenâfî) gibi durumlar tedâm olgusu bağlamında incelenir. Her fiilin bir fâilinin olması, ism-i mevsûlün bir sıla cümlesine ihtiyaç duyması, sıfat ile mevsuf, mudâf ile mudâufun ileyh birliktelikleri istilzâm kapsamında değerlendirilirken; mudâf olan kelimenin fiil, zamir veya şart edatı olmaması tenâfî bağlantısı bağlamında ele alınır. İstilzâm ve tenâfî bağlantıları tedâm olgusunun temel taşlarını oluştururken art arda gelen kelimelerin cümlenin söz diziminde belirli konuma sahip olmalarını gerekli kılan tevârud /tertipsel bağlantı da tedâm olgusunun ayrılmaz bir bileşenidir. Bu konum göz önüne alınmayıp ihlal edildiğinde, cümlede meydana gelen anlamsal boşluklar sebebiyle cümle, öğrenilmiş dil kalıplarının dışına çıkar. Bu yönüyle cümleyi oluşturan kelimeler arasındaki doğal dizemsel bağlantı ya da cümle içerisinde kelimenin, kendisine eşlik eden diğer kelimelerle uyumlu birlikteliği de tedâm olgusunun kapsamına girmektedir. Ayrıca bazı dilbilimcilerin, tertipsel bağlantıyı “makam” kavramıyla da ilişkilendirilerek tedâm olgusunu nahvî uyumun ötesinde belâği bir üslup bağlamında değerlendirilmeye müsait hale getirmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında tedâm olgusuna çağdaş dilcilerin context of stuation/ durumun bağlamı olarak nitelenen bir yön kazandırılmıştır ki bu yönüyle tedâm olgusu cümleye, nahvî örüntüden daha fazla anlamsal katkı sağlamaktadır. Bu çalışma, dildeki doğal örüntüye dikkat çekerek tedâm olgusunun anlaşılmasıyla zihinde netleşen hazif, zikir, istitâr, rütbe ve takdir gibi olguların daha net anlaşılmasına katkı sağlaması açısından önemlidir. Çalışma, tedâm/ eşdizim bağlantısının cümlenin anlamsal bütünlüğüne katkısını ortaya koymaya çalışan nitel bir araştırma olup, çalışmada veri toplama araçlarından belge inceleme aracı kullanılmıştır. Veri çözümleme aşamasında ise doküman analizi ve betimsel analiz teknikleri kullanılmıştır. Çalışma neticesinde, tedâm/ eşdizim bağlantısının alt unsurlarıyla birlikte cümlede anlamsal bütünlüğü sağladığı, bu bağlantıya dikkat edilerek oluşturulan cümlelerin anlamsal açıdan daha uyumlu bir bütünlük oluşturduğu görülmektedir. Cümledeki bu uyumu sağlayan tedâm bağlantısının, alışılagelmiş ve genel kabul görmüş cümle örüntülerinin gramatik kurallara uygun bir şekilde kullanımını içerdiği sonucuna ulaşılmaktadır. Ayrıca bu bağlantı, konuşulan ortamın gereğine uygun söylenmiş lafızların içinde bulunulan makama uygun olarak yorumlanmasını da kapsamaktadır.
{"title":"Arap Dilinde Tedâmm/ Eşdizim Olgusunun Cümlenin Anlamsal Bütünlüğüne Katkısı","authors":"Ayşe Meydanoğlu","doi":"10.18505/cuid.1435552","DOIUrl":"https://doi.org/10.18505/cuid.1435552","url":null,"abstract":"Bu çalışmada klasik eserlerden modern çalışmalara kadar birçok dilsel araştırmaya konu olan dilsel örüntünün son dönem dil çalışmalarına yansıması olan tedâm/ eşdizim olgusunun Arap dilinde cümlenin anlamsal bütünlüğüne katkısı ele alınmıştır. Bu olgu aslı itibariyle tüm dillerde farklı şekillerde bulunan temel örüntünün nasıllığını gözler önüne seren, şekilsel bir olgudur. Dilde iki unsurun bir birini gerektirmesi (istilzâm) veya kesinlikle yan yana gelememesi (tenâfî) gibi durumlar tedâm olgusu bağlamında incelenir. Her fiilin bir fâilinin olması, ism-i mevsûlün bir sıla cümlesine ihtiyaç duyması, sıfat ile mevsuf, mudâf ile mudâufun ileyh birliktelikleri istilzâm kapsamında değerlendirilirken; mudâf olan kelimenin fiil, zamir veya şart edatı olmaması tenâfî bağlantısı bağlamında ele alınır. İstilzâm ve tenâfî bağlantıları tedâm olgusunun temel taşlarını oluştururken art arda gelen kelimelerin cümlenin söz diziminde belirli konuma sahip olmalarını gerekli kılan tevârud /tertipsel bağlantı da tedâm olgusunun ayrılmaz bir bileşenidir. Bu konum göz önüne alınmayıp ihlal edildiğinde, cümlede meydana gelen anlamsal boşluklar sebebiyle cümle, öğrenilmiş dil kalıplarının dışına çıkar. Bu yönüyle cümleyi oluşturan kelimeler arasındaki doğal dizemsel bağlantı ya da cümle içerisinde kelimenin, kendisine eşlik eden diğer kelimelerle uyumlu birlikteliği de tedâm olgusunun kapsamına girmektedir. Ayrıca bazı dilbilimcilerin, tertipsel bağlantıyı “makam” kavramıyla da ilişkilendirilerek tedâm olgusunu nahvî uyumun ötesinde belâği bir üslup bağlamında değerlendirilmeye müsait hale getirmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında tedâm olgusuna çağdaş dilcilerin context of stuation/ durumun bağlamı olarak nitelenen bir yön kazandırılmıştır ki bu yönüyle tedâm olgusu cümleye, nahvî örüntüden daha fazla anlamsal katkı sağlamaktadır. Bu çalışma, dildeki doğal örüntüye dikkat çekerek tedâm olgusunun anlaşılmasıyla zihinde netleşen hazif, zikir, istitâr, rütbe ve takdir gibi olguların daha net anlaşılmasına katkı sağlaması açısından önemlidir. Çalışma, tedâm/ eşdizim bağlantısının cümlenin anlamsal bütünlüğüne katkısını ortaya koymaya çalışan nitel bir araştırma olup, çalışmada veri toplama araçlarından belge inceleme aracı kullanılmıştır. Veri çözümleme aşamasında ise doküman analizi ve betimsel analiz teknikleri kullanılmıştır. Çalışma neticesinde, tedâm/ eşdizim bağlantısının alt unsurlarıyla birlikte cümlede anlamsal bütünlüğü sağladığı, bu bağlantıya dikkat edilerek oluşturulan cümlelerin anlamsal açıdan daha uyumlu bir bütünlük oluşturduğu görülmektedir. Cümledeki bu uyumu sağlayan tedâm bağlantısının, alışılagelmiş ve genel kabul görmüş cümle örüntülerinin gramatik kurallara uygun bir şekilde kullanımını içerdiği sonucuna ulaşılmaktadır. Ayrıca bu bağlantı, konuşulan ortamın gereğine uygun söylenmiş lafızların içinde bulunulan makama uygun olarak yorumlanmasını da kapsamaktadır.","PeriodicalId":515937,"journal":{"name":"Cumhuriyet İlahiyat Dergisi","volume":"17 1","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-06-01","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141397443","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Sosyal bir varlık olan insanlar, tarih boyunca birbirleri ile alışveriş yapma ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu alışverişler, genellikle satış akdi yoluyla gerçekleştirilmiştir. Satış akitlerinin kurulmasında en yaygın görülen yöntem ise pazarlık usulü ile gerçekleştirilen müsâveme yöntemidir. İnsanlar satış akdini kurarken, akdin unsurları üzerinde pazarlık yaparak bir anlaşmaya varmışlardır. İslâm hukuku bu yöntemin sınırlarını belirlemiştir. İnsanların birbirlerinin haklarını ihlal etmeden pazarlık yapabilmelerini sağlayacak düzenlemeler getirmiştir. Doğrudan doğruya naslar ile insanların satış akdini kurarken bu sınırlara dikkat etmesi gerektiği emredilmiştir. Bu durum hem şahsi zararların hem de toplumsal zararların önüne geçilmesi açısından büyük önem arz etmiştir. Bu kapsamda getirilen bazı sınırlamalar şu şekildedir: Satılmış olan bir malın tekrar satılması yasaklanmış, fiyat yükseltmek amacıyla üçüncü kişinin pazarlığa dahil olması yasaklanmış, bir kişinin izdivaç teklifine cevap verilmeden bir başkasının aynı kişiye izdivaç teklifinde bulunması yasaklanmış ve tarafların pazarlık aşamasının sonu geldiği, anlaşma meyillerinin oluştuğu durumda üçüncü kişinin pazarlığa dahil olması yasaklanmıştır. Bu çalışmada da tarafların anlaşma meyillerinin ortaya çıkmış olduğu durumda üçüncü kişinin gelerek taraflardan birinin aleyhine pazarlığa dahil olması konusu ele alınmıştır. Bu husus İslâm hukuk literatüründe sevm ale’s-sevm olarak nitelendirilmiştir. Türkçe literatürde genellikle pazarlık üzerine pazarlık olarak çevrilmiştir. Bu çalışmada da sevm ale’s-sevm kavramına genellikle yer verilmiş olmakla birlikte, Türkçe olarak ifade edilmesi gerektiğinde pazarlık üzerine pazarlık kavramı kullanılmıştır. Taraflar pazarlığa yönelik ifadelerini akdin kurucu unsuru olan irade beyanı ile birbirlerine iletmektedirler. Dolayısıyla bu çalışmada öncelikle irade beyanına yönelik açıklamalar yapılmıştır. Pazarlığa yönelik bu irade beyanlarının icâb niteliğinde mi yoksa icâba davet niteliğinde mi olduğu hususunda açıklamalara yer verilmiştir. Bu açıklamaların ardından müsâveme yöntemi tanımlanmış ve genel olarak bu yönteme ilişkin bilgi verilmiştir. Müsâveme yöntemi ile oluşturulan akitler ile bu yönteme benzer yöntemlerin farkları hususunda açıklamalar yapılmıştır. Pazarlık yapılırken dikkat edilmesi gereken hususlara değinilmiş ve pazarlık üzerine pazarlık yapmanın yasak olduğu ifade edilmiştir. Akit kurulurken hangi aşamada pazarlığa dahil olmanın bu yasak kapsamında sayılacağı ve hangi aşamadaki müdahalenin yasak kapsamına dahil olmayacağı belirtilmiştir. Bu yasağın neden gerekli olduğu konusunda yapılmış olan açıklamalara yer verilmiştir. Sevm ale’s-sevmin söz konusu olduğu akitlerin genel olarak diyaneten haram kabul edildiği bununla birlikte kazaen bu akitlerin geçerli olduğu ifade edilmiştir. Bu yasağın kapsamına sadece müslümanların değil aynı zamanda müslüman olmayan vatandaşların ve müste’menlerin de dahil olduğu ifade edilmiştir. Buna göre müslüman olmay
{"title":"İslâm Hukukunda Sevm ale’s-Sevm (Pazarlık Üzerine Pazarlık)","authors":"M. Ünal","doi":"10.18505/cuid.1413124","DOIUrl":"https://doi.org/10.18505/cuid.1413124","url":null,"abstract":"Sosyal bir varlık olan insanlar, tarih boyunca birbirleri ile alışveriş yapma ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu alışverişler, genellikle satış akdi yoluyla gerçekleştirilmiştir. Satış akitlerinin kurulmasında en yaygın görülen yöntem ise pazarlık usulü ile gerçekleştirilen müsâveme yöntemidir. İnsanlar satış akdini kurarken, akdin unsurları üzerinde pazarlık yaparak bir anlaşmaya varmışlardır. İslâm hukuku bu yöntemin sınırlarını belirlemiştir. İnsanların birbirlerinin haklarını ihlal etmeden pazarlık yapabilmelerini sağlayacak düzenlemeler getirmiştir. Doğrudan doğruya naslar ile insanların satış akdini kurarken bu sınırlara dikkat etmesi gerektiği emredilmiştir. Bu durum hem şahsi zararların hem de toplumsal zararların önüne geçilmesi açısından büyük önem arz etmiştir. Bu kapsamda getirilen bazı sınırlamalar şu şekildedir: Satılmış olan bir malın tekrar satılması yasaklanmış, fiyat yükseltmek amacıyla üçüncü kişinin pazarlığa dahil olması yasaklanmış, bir kişinin izdivaç teklifine cevap verilmeden bir başkasının aynı kişiye izdivaç teklifinde bulunması yasaklanmış ve tarafların pazarlık aşamasının sonu geldiği, anlaşma meyillerinin oluştuğu durumda üçüncü kişinin pazarlığa dahil olması yasaklanmıştır. Bu çalışmada da tarafların anlaşma meyillerinin ortaya çıkmış olduğu durumda üçüncü kişinin gelerek taraflardan birinin aleyhine pazarlığa dahil olması konusu ele alınmıştır. Bu husus İslâm hukuk literatüründe sevm ale’s-sevm olarak nitelendirilmiştir. Türkçe literatürde genellikle pazarlık üzerine pazarlık olarak çevrilmiştir. Bu çalışmada da sevm ale’s-sevm kavramına genellikle yer verilmiş olmakla birlikte, Türkçe olarak ifade edilmesi gerektiğinde pazarlık üzerine pazarlık kavramı kullanılmıştır. \u0000Taraflar pazarlığa yönelik ifadelerini akdin kurucu unsuru olan irade beyanı ile birbirlerine iletmektedirler. Dolayısıyla bu çalışmada öncelikle irade beyanına yönelik açıklamalar yapılmıştır. Pazarlığa yönelik bu irade beyanlarının icâb niteliğinde mi yoksa icâba davet niteliğinde mi olduğu hususunda açıklamalara yer verilmiştir. Bu açıklamaların ardından müsâveme yöntemi tanımlanmış ve genel olarak bu yönteme ilişkin bilgi verilmiştir. Müsâveme yöntemi ile oluşturulan akitler ile bu yönteme benzer yöntemlerin farkları hususunda açıklamalar yapılmıştır. Pazarlık yapılırken dikkat edilmesi gereken hususlara değinilmiş ve pazarlık üzerine pazarlık yapmanın yasak olduğu ifade edilmiştir. Akit kurulurken hangi aşamada pazarlığa dahil olmanın bu yasak kapsamında sayılacağı ve hangi aşamadaki müdahalenin yasak kapsamına dahil olmayacağı belirtilmiştir. Bu yasağın neden gerekli olduğu konusunda yapılmış olan açıklamalara yer verilmiştir. Sevm ale’s-sevmin söz konusu olduğu akitlerin genel olarak diyaneten haram kabul edildiği bununla birlikte kazaen bu akitlerin geçerli olduğu ifade edilmiştir. Bu yasağın kapsamına sadece müslümanların değil aynı zamanda müslüman olmayan vatandaşların ve müste’menlerin de dahil olduğu ifade edilmiştir. Buna göre müslüman olmay","PeriodicalId":515937,"journal":{"name":"Cumhuriyet İlahiyat Dergisi","volume":"25 4","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-06-01","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141415105","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Arapçanın genel kural ve kaidelerini tespit etme ve böylece bu dile ait bir gramer oluşturma çabaları uzun bir tarihi sürece yayılmıştır. İlk dönem nahiv âlimlerinin yanı sıra müteahhir dil bilginleri de Arap dilinin kendilerine sunmuş olduğu materyalleri kullanarak bu çalışmalarda etkin bir şekilde rol almışlardır. Bununla birlikte gerek mütekaddim gerekse müteahhir dil bilginleri gramer çalışmalarına mesnet teşkil eden dilsel malzemenin kabulü hususunda farklı yöntemler izlemişlerdir. Bu durum ise nahivciler arasında bazen sert tartışmalara neden olmuştur. Bu münakaşalar ya dilsel verinin hangi döneme ait olduğu, fasih Arapça konuşanlardan alınıp alınmadığı, herhangi bir kabileye özgü olup olmadığı gibi Araplara nispetinin doğruluğunu tespitte yaşanmış ya da delil olarak ileri sürülen dilsel materyalin içeriği sebebiyle meydana gelmiştir. Böylece istinbât faaliyetinde ele alınan dilsel verinin genel kabul görebilmesi için bazı şartları haiz olması gerektiği fikri ortaya çıkmış ve bu konuda birtakım temel kurallar oluşturulmaya çalışılmıştır. Kaleme alınan dönem fark etmeksizin nahiv meselelerini derinlemesine ele alan eserlere bakıldığında bazı kurallar çerçevesinde dilsel malzemeye yaklaşılmaya çalışıldığı görülmektedir. Özellikle nahiv âliminin ele aldığı dilsel materyalde şâhid olarak sunacağı ifadenin konuya dair verilen duruma uygun olması gerektiği düşüncesi dilsel verinin metin tenkidinden geçtiğini göstermektedir. İşte bu makale, şâhid olarak sunulan dilsel malzemede yer alan bir ifadenin farklı yorumlanabilmesine kapı açan ihtimâl kavramını ele almaktadır. Zihnin iki şey arasında kalmasına sebep olan ve onun tek bir tarafa yönelmesini engelleyen bir seçeneğin olmasını ifade eden ihtimâl, birçok nahiv âlimi tarafından ihticâca engel bir kusur telakki edilmiştir. Buna rağmen böylesi dilsel malzemenin istişhâd faaliyetinde kullanıldığı da görülmektedir. Bu yüzden Ebû Hayyân gibi bazı nahivciler bu konuda titiz davranarak bu tür delillerin dikkate alınmaması gerektiğini yüksek sesle dile getirmişler ve bunları eserlerinde zikredip dilsel faaliyet yürüten nahivcileri eleştirmişlerdir. Lakin herhangi bir dilsel metinde ihtimâlin olup olmadığına yönelik nahivcilerin farklı yorumları, metin tenkit sebebi olarak ele alınan ihtimâl kavramının objektif bir şekilde kullanılıp kullanılmadığı problemini gündeme getirmektedir. Makalede ihtimâl kavramının tarihi sürecine temas edildikten sonra farklı başlıklar altında bu kavram irdelenmiş, delilin reddini gerektirecek ihtimâlin güçlü olması ve uzak ihtimâllerin dikkate alınmaması gerektiğine dair söylemler olmasına rağmen bu konuda objektif kriterler belirlenemediğinden delilin ihtimâl ifade edip etmediğine yönelik dilciler arasında tartışmalar örneklerle izah edilmiştir. Böylece dilsel delillerdeki ihtimâlin istişhâdı engellediğine yönelik şartın nesnel değeri ortaya konulmaya çalışılmıştır.
{"title":"Nahvî İhtimâlin İstişhâda Etkisi","authors":"Abdulkadir Kişmir","doi":"10.18505/cuid.1432192","DOIUrl":"https://doi.org/10.18505/cuid.1432192","url":null,"abstract":"Arapçanın genel kural ve kaidelerini tespit etme ve böylece bu dile ait bir gramer oluşturma çabaları uzun bir tarihi sürece yayılmıştır. İlk dönem nahiv âlimlerinin yanı sıra müteahhir dil bilginleri de Arap dilinin kendilerine sunmuş olduğu materyalleri kullanarak bu çalışmalarda etkin bir şekilde rol almışlardır. Bununla birlikte gerek mütekaddim gerekse müteahhir dil bilginleri gramer çalışmalarına mesnet teşkil eden dilsel malzemenin kabulü hususunda farklı yöntemler izlemişlerdir. Bu durum ise nahivciler arasında bazen sert tartışmalara neden olmuştur. Bu münakaşalar ya dilsel verinin hangi döneme ait olduğu, fasih Arapça konuşanlardan alınıp alınmadığı, herhangi bir kabileye özgü olup olmadığı gibi Araplara nispetinin doğruluğunu tespitte yaşanmış ya da delil olarak ileri sürülen dilsel materyalin içeriği sebebiyle meydana gelmiştir. Böylece istinbât faaliyetinde ele alınan dilsel verinin genel kabul görebilmesi için bazı şartları haiz olması gerektiği fikri ortaya çıkmış ve bu konuda birtakım temel kurallar oluşturulmaya çalışılmıştır. Kaleme alınan dönem fark etmeksizin nahiv meselelerini derinlemesine ele alan eserlere bakıldığında bazı kurallar çerçevesinde dilsel malzemeye yaklaşılmaya çalışıldığı görülmektedir. Özellikle nahiv âliminin ele aldığı dilsel materyalde şâhid olarak sunacağı ifadenin konuya dair verilen duruma uygun olması gerektiği düşüncesi dilsel verinin metin tenkidinden geçtiğini göstermektedir. İşte bu makale, şâhid olarak sunulan dilsel malzemede yer alan bir ifadenin farklı yorumlanabilmesine kapı açan ihtimâl kavramını ele almaktadır. Zihnin iki şey arasında kalmasına sebep olan ve onun tek bir tarafa yönelmesini engelleyen bir seçeneğin olmasını ifade eden ihtimâl, birçok nahiv âlimi tarafından ihticâca engel bir kusur telakki edilmiştir. Buna rağmen böylesi dilsel malzemenin istişhâd faaliyetinde kullanıldığı da görülmektedir. Bu yüzden Ebû Hayyân gibi bazı nahivciler bu konuda titiz davranarak bu tür delillerin dikkate alınmaması gerektiğini yüksek sesle dile getirmişler ve bunları eserlerinde zikredip dilsel faaliyet yürüten nahivcileri eleştirmişlerdir. Lakin herhangi bir dilsel metinde ihtimâlin olup olmadığına yönelik nahivcilerin farklı yorumları, metin tenkit sebebi olarak ele alınan ihtimâl kavramının objektif bir şekilde kullanılıp kullanılmadığı problemini gündeme getirmektedir. Makalede ihtimâl kavramının tarihi sürecine temas edildikten sonra farklı başlıklar altında bu kavram irdelenmiş, delilin reddini gerektirecek ihtimâlin güçlü olması ve uzak ihtimâllerin dikkate alınmaması gerektiğine dair söylemler olmasına rağmen bu konuda objektif kriterler belirlenemediğinden delilin ihtimâl ifade edip etmediğine yönelik dilciler arasında tartışmalar örneklerle izah edilmiştir. Böylece dilsel delillerdeki ihtimâlin istişhâdı engellediğine yönelik şartın nesnel değeri ortaya konulmaya çalışılmıştır.","PeriodicalId":515937,"journal":{"name":"Cumhuriyet İlahiyat Dergisi","volume":"22 8","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-05-23","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141105701","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Hadislerin doğru anlaşılması ve yorumlanması çabası ilk defa Hz. Peygamber döneminde başlamış, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn döneminde hadislerin tedviniyle birlikte hız kazanmış ve bu hususta önemli çalışmalar yapılmıştır. İlerleyen süreçte fıkıh usulünün verilerini kullanarak ahkâm hadislerinden hüküm çıkarma ve lafız-mâna ilişkisi konusunda hakikat-mecaz ekseninde yeni yorum yöntemleriyle uygulamalı olarak ele alınan eserler telif edilmiştir. Bu eserlerin başında İbn Dakīkulʿîd’in, Şerḥu’l-İlmâm bi-eḥâdîs̱i’l-aḥkâm’ı gelmektedir. Şerḥu’l-İlmâm hadis şerh edebiyatında muhteva zenginliğini artırarak ve kullanılan yöntemleri geliştirerek daha önceki şerhleri geride bırakmış bir eserdir. Bu çalışmada İbn Dakīkulʿîd’in hadisleri anlamada bir yöntem olarak kullandığı hakikat-mecaz konusu ele alınmıştır. Böyle bir konunun tercih edilmesindeki ana etmenlerin başında mezkûr eserde hüküm istihrâcında hakikat-mecaz bağlamında diğer çalışmalara nispetle, analitik yaklaşımların ön plana çıkması ve alana katkı sağlaması gelmektedir. Çalışmanın hedefi, Şerḥu’l-İlmâm’da hakikat-mecaz ekseninde İbn Dakīkulʿîd’in hadisleri nasıl yorumladığını ortaya çıkarmak ve elde edilen bulgularla yeni yorum imkânlarına alan açmaktır. Lafzın mânaya delaleti konusunda hakikat ve mecaz arasındaki ilişki ve kesişim noktaları çoğu zaman bir problem olarak durmaktadır. Hadis metinlerinin yorumlanmasında hakikat ve mecazın birlikte kullanım alanlarının tespit edilmesi ve hakikat-mecaz ayırımının işlevsel yönünün ortaya çıkarılması, hadislerin doğru anlaşılmasına ve yorumlanmasına katkı sağlayacaktır. Araştırmada öncelikli olarak Şerḥu’l-İlmâm’ın hadis ve fıkıh sahasındaki önemi ve değeriyle ilgili bilgi verilmiş, sonra hakikat ve mecaz kavramlarının tanımlarına geçilmiştir. Mecaz türleri arasında sadece İbn Dakīkulʿîd’in atıf yaptığı istiare, teşbih, teşbîhu’l-mânevî ve teşbîhu’s-sûrî gibi kavramlara yer verilmiştir. Son olarak İbn Dakīkulʿîd’in hakikat ve mecazı bir yöntem olarak nasıl kullandığı konusu örnekler çerçevesinde tahlil edilmiştir. Araştırmada, İbn Dakīkulʿîd’in hakikat ve mecazın zamansal boyutuna, hakikat ve mecaz ayırımında tazmînin rolüne, hakikat ve mecazın cemʿine, hakikate en yakın mecazlara ve hakikat-mecaz arasındaki tercih sebeplerine değinerek hakikat ve mecazı bir yöntem olarak kullandığı sonucuna ulaşılmıştır. İbn Dakīkulʿîd’in hakikat ve mecazı birlikte kullanmasının işlevsel yönleri ve faydaları arasında; lafızların lugatlerde geçtiği anlamları keşfetmek, lafzın anlamında derin ve net açılımlar yapmak, tekellüflü mânaları ayıklamak, mecaza hamledilmeyi gerekli kılan alâkaları/bağları belirlemek, çözümlemeci yaklaşımla muhtemel mânaları ortaya çıkarmak gibi hususlar yer almaktadır. Eğer İbn Dakīkulʿîd, 57 hadisi değil de İlmâm’da yer alan tüm hadisleri şerh etme fırsatı, bulabilseydi bugün hadislerin hakikat ve mecaz eksenli şerh edildiği en çok konuşulan eserlerin başında Şerḥu’l-İlmâm gelebilirdi.
{"title":"İbn Dakīkulʿîd’in Şerḥu’l-İlmâm bi-Eḥâdîs̱i’l-Aḥkâm’ında Hadisleri Anlama Yöntemi Olarak Hakikat-Mecaz Olgusu","authors":"Recep Bilgin","doi":"10.18505/cuid.1416710","DOIUrl":"https://doi.org/10.18505/cuid.1416710","url":null,"abstract":"Hadislerin doğru anlaşılması ve yorumlanması çabası ilk defa Hz. Peygamber döneminde başlamış, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn döneminde hadislerin tedviniyle birlikte hız kazanmış ve bu hususta önemli çalışmalar yapılmıştır. İlerleyen süreçte fıkıh usulünün verilerini kullanarak ahkâm hadislerinden hüküm çıkarma ve lafız-mâna ilişkisi konusunda hakikat-mecaz ekseninde yeni yorum yöntemleriyle uygulamalı olarak ele alınan eserler telif edilmiştir. Bu eserlerin başında İbn Dakīkulʿîd’in, Şerḥu’l-İlmâm bi-eḥâdîs̱i’l-aḥkâm’ı gelmektedir. Şerḥu’l-İlmâm hadis şerh edebiyatında muhteva zenginliğini artırarak ve kullanılan yöntemleri geliştirerek daha önceki şerhleri geride bırakmış bir eserdir. Bu çalışmada İbn Dakīkulʿîd’in hadisleri anlamada bir yöntem olarak kullandığı hakikat-mecaz konusu ele alınmıştır. Böyle bir konunun tercih edilmesindeki ana etmenlerin başında mezkûr eserde hüküm istihrâcında hakikat-mecaz bağlamında diğer çalışmalara nispetle, analitik yaklaşımların ön plana çıkması ve alana katkı sağlaması gelmektedir. Çalışmanın hedefi, Şerḥu’l-İlmâm’da hakikat-mecaz ekseninde İbn Dakīkulʿîd’in hadisleri nasıl yorumladığını ortaya çıkarmak ve elde edilen bulgularla yeni yorum imkânlarına alan açmaktır. Lafzın mânaya delaleti konusunda hakikat ve mecaz arasındaki ilişki ve kesişim noktaları çoğu zaman bir problem olarak durmaktadır. Hadis metinlerinin yorumlanmasında hakikat ve mecazın birlikte kullanım alanlarının tespit edilmesi ve hakikat-mecaz ayırımının işlevsel yönünün ortaya çıkarılması, hadislerin doğru anlaşılmasına ve yorumlanmasına katkı sağlayacaktır. Araştırmada öncelikli olarak Şerḥu’l-İlmâm’ın hadis ve fıkıh sahasındaki önemi ve değeriyle ilgili bilgi verilmiş, sonra hakikat ve mecaz kavramlarının tanımlarına geçilmiştir. Mecaz türleri arasında sadece İbn Dakīkulʿîd’in atıf yaptığı istiare, teşbih, teşbîhu’l-mânevî ve teşbîhu’s-sûrî gibi kavramlara yer verilmiştir. Son olarak İbn Dakīkulʿîd’in hakikat ve mecazı bir yöntem olarak nasıl kullandığı konusu örnekler çerçevesinde tahlil edilmiştir. Araştırmada, İbn Dakīkulʿîd’in hakikat ve mecazın zamansal boyutuna, hakikat ve mecaz ayırımında tazmînin rolüne, hakikat ve mecazın cemʿine, hakikate en yakın mecazlara ve hakikat-mecaz arasındaki tercih sebeplerine değinerek hakikat ve mecazı bir yöntem olarak kullandığı sonucuna ulaşılmıştır. İbn Dakīkulʿîd’in hakikat ve mecazı birlikte kullanmasının işlevsel yönleri ve faydaları arasında; lafızların lugatlerde geçtiği anlamları keşfetmek, lafzın anlamında derin ve net açılımlar yapmak, tekellüflü mânaları ayıklamak, mecaza hamledilmeyi gerekli kılan alâkaları/bağları belirlemek, çözümlemeci yaklaşımla muhtemel mânaları ortaya çıkarmak gibi hususlar yer almaktadır. Eğer İbn Dakīkulʿîd, 57 hadisi değil de İlmâm’da yer alan tüm hadisleri şerh etme fırsatı, bulabilseydi bugün hadislerin hakikat ve mecaz eksenli şerh edildiği en çok konuşulan eserlerin başında Şerḥu’l-İlmâm gelebilirdi.","PeriodicalId":515937,"journal":{"name":"Cumhuriyet İlahiyat Dergisi","volume":"58 17","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-05-22","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141109058","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Genel olarak İslam düşüncesini özel olarak da fıkıh düşüncesini derinden etkileyen isimlerden biri de hiç şüphesiz Kâdî Abdülcebbâr’dır. Hayatının çoğu hicrî IV. yüzyılda (ö. 415/1025) geçen ve Basra Mu’tezilesi’nin Cübbâî’lerden sonra en önemli temsilcisi olan Abdülcebbâr, hem kelam hem de fıkıh usûlü alanındaki eserleriyle sadece Mu’tezilî çevrelerde değil Sünnî muhitlerde de çığır açıcı bir âlim olarak görülmüştür. Birçok Sünnî usûlcünün ortak kanaatine göre İmam Şâfiî’den sonra fıkıh usulü alanındaki en önemli isimlerden biri Abdülcebbâr’dır. Teoloji ve metodoloji alanlarında bu denli etkili olan Kâdî Abdülcebbâr’ın amelî hayatını hangi sistematik çerçevede sürdürdüğü ve öğrenciliği sırasında benimsemiş olduğu Şâfiî mezhebine bağlılığını devam ettirip ettirmediği merak konusu olmuştur. İlgili literatürde Kâdî Abdülcebbâr’ın hayatı boyunca Şâfiî mezhebini benimsediği iddiası çokça dillendirilmiştir. Öyle ki Şâfiî fakihlerin tanıtıldığı tabakât eserlerinde Abdülcebbâr’a bir Şâfiî olarak yer verilmiştir. Acaba gerçek böyle midir? Bu araştırma Kâdî Abdülcebbâr’ın fürûda etkisi açıkça ortaya çıkacak olan bazı usûl görüşleri ile İmam Şâfiî’nin usûl görüşlerini mukayese ederek bu iddianın doğruluğunu tartışmış ve gerçeğin başka bir şey olabileceğine işaret etmiştir. Abdülcebbâr’ın Şâfiî’den farklı olan bazı önemli içtihatları da bu sonucu teyit eden deliller olarak sunulmuştur.
{"title":"Mu‘tezilî Âlim Kâdî Abdülcebbâr Şâfiî miydi?","authors":"Bahaddin Karakuş, A. Yaman","doi":"10.18505/cuid.1413018","DOIUrl":"https://doi.org/10.18505/cuid.1413018","url":null,"abstract":"Genel olarak İslam düşüncesini özel olarak da fıkıh düşüncesini derinden etkileyen isimlerden biri de hiç şüphesiz Kâdî Abdülcebbâr’dır. Hayatının çoğu hicrî IV. yüzyılda (ö. 415/1025) geçen ve Basra Mu’tezilesi’nin Cübbâî’lerden sonra en önemli temsilcisi olan Abdülcebbâr, hem kelam hem de fıkıh usûlü alanındaki eserleriyle sadece Mu’tezilî çevrelerde değil Sünnî muhitlerde de çığır açıcı bir âlim olarak görülmüştür. Birçok Sünnî usûlcünün ortak kanaatine göre İmam Şâfiî’den sonra fıkıh usulü alanındaki en önemli isimlerden biri Abdülcebbâr’dır. Teoloji ve metodoloji alanlarında bu denli etkili olan Kâdî Abdülcebbâr’ın amelî hayatını hangi sistematik çerçevede sürdürdüğü ve öğrenciliği sırasında benimsemiş olduğu Şâfiî mezhebine bağlılığını devam ettirip ettirmediği merak konusu olmuştur. İlgili literatürde Kâdî Abdülcebbâr’ın hayatı boyunca Şâfiî mezhebini benimsediği iddiası çokça dillendirilmiştir. Öyle ki Şâfiî fakihlerin tanıtıldığı tabakât eserlerinde Abdülcebbâr’a bir Şâfiî olarak yer verilmiştir. Acaba gerçek böyle midir? Bu araştırma Kâdî Abdülcebbâr’ın fürûda etkisi açıkça ortaya çıkacak olan bazı usûl görüşleri ile İmam Şâfiî’nin usûl görüşlerini mukayese ederek bu iddianın doğruluğunu tartışmış ve gerçeğin başka bir şey olabileceğine işaret etmiştir. Abdülcebbâr’ın Şâfiî’den farklı olan bazı önemli içtihatları da bu sonucu teyit eden deliller olarak sunulmuştur.","PeriodicalId":515937,"journal":{"name":"Cumhuriyet İlahiyat Dergisi","volume":"18 17","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-05-20","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141119650","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Bu araştırma Hz. Peygamber’e izafe edilen “Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir” rivayetini konu edinmektedir. İlgili rivayetin temel hadis kaynaklarında muhtelif metinlerle, beş ayrı sahabîden aktarıldığı tespit edilmiştir. İlgili metin ve senedler ayrı ayrı incelenerek rivayetin hadis ilmi açısından değeri tartışılmıştır. Rivayetin pek çok tariki olduğu için araştırma merfu‘ haberlerle sınırlandırılmıştır. Sözü edilen rivayete temel hadis metinlerinde hangi bab başlığı altında yer verildiği ve klasik hadis şerhlerinde metne nasıl yaklaşıldığı tetkik edilmiştir. Rivayetin “zühd” konusunun ayrılmaz bir parçası haline geldiği ve buna bağlı olarak vaaz ve irşad literatüründe önemli bir yer tuttuğu tespit edilmiştir. Hadiste müminin dünya hayatıyla ilişkisine dair serdedilen ifadeler, kabaca “fâni olan her şeye yüz çevirmek” şeklinde tanımlayabileceğimiz zühdle ilişkilendirilmesine yol açmıştır. Hadis şârihleri ise mezkûr haberi dünya arzularının cezb ediciliğiyle, süreklilik arz eden meşakkatli ibadetlerle mükellef olmanın verdiği zorlukla ve dünyada bireylerin başına gelen musibetlere karşı sabretmesi gerektiğiyle ilişkilendirmişlerdir. Bu bakımdan musannifler ile şârihlerin hadisi benzer perspektifle değerlendirdikleri görülmüştür. Çalışmamızda, Kur’an ve hadis metinlerinde yer alan metaforik anlatı biçimi göz önünde tutulduğunda hadisi farklı bir bakış açısıyla değerlendirmenin mümkün olup olmadığı incelenmiştir. Bu inceleme sonucunda ilgili metinde yer alan “zindan” kavramının metaforik bir anlam içerdiği kabul edildiğinde yeni bir yorum denemesine açık olduğu söylenebilir. Özellikle modern dönemde belirgin, açık ve fark edilir düzeyde ortaya çıkan düşünce ve ahlak krizine karşı bir anlamlandırma yolu seçerek ilgili rivayeti “medeniyet ve sünnet” ilişkisini göz önünde tutarak metaforik bir yorum denemesi yapacağız. Zira söz konusu rivayetin çökmüş ve çürümekte olan medeniyetlerin haksızlık ve sefaletin kaynağı haline getirdiği tek dünyacı anlayışı reddettiği, nimetlere ve mahrumiyetlere karşı gereğinden fazla ya da az değer atfetmeyi kabul etmediği ve ölümle her şeyini kaybedeceğini düşünenlere karşı bilinç uyandırmaya çalıştığı iddia edilmektedir. Bunun yanında modern insanın İslâm medeniyetini yeniden canlandırabilmesini engelleyen bir dizi kriz vardır. Bunlar ruhsal, bireysel, düşünsel, metafizik ve toplumsal krizlerdir. İnsan, ruhsal krizi manevi ilerleme ve aydınlanmayla; bireysel krizi değerleri arzulara bırakmamakla; düşünsel krizi farklı düşüncelere açık bir şekilde eleştirel düşünceyi geliştirmekle; metafizik krizi dünyevi cazibelerden arınarak varoluşsal kısıtlamalara sırt çevirip bilgi ve anlam arayışına yönelmekle; toplumsal krizi toplumdaki değişimlere katkıda bulunarak insan hakları mücadelesi vermekle alt edebilir. Araştırmamızda insanın bu krizlerle başa çıkıp zindandan kurtularak özgürlüğe kavuşacağı ve kendi medeniyetini kurabileceği fikri metaforik bir yorum denemesiyle ileri sürülmüştür.
{"title":"“Dünya Müminin Zindanı, Kâfirin Cennetidir” Rivayetinin Analizi ve Metaforik Bir Yorum Denemesi","authors":"Fürkan Çakir","doi":"10.18505/cuid.1416312","DOIUrl":"https://doi.org/10.18505/cuid.1416312","url":null,"abstract":"Bu araştırma Hz. Peygamber’e izafe edilen “Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir” rivayetini konu edinmektedir. İlgili rivayetin temel hadis kaynaklarında muhtelif metinlerle, beş ayrı sahabîden aktarıldığı tespit edilmiştir. İlgili metin ve senedler ayrı ayrı incelenerek rivayetin hadis ilmi açısından değeri tartışılmıştır. Rivayetin pek çok tariki olduğu için araştırma merfu‘ haberlerle sınırlandırılmıştır. Sözü edilen rivayete temel hadis metinlerinde hangi bab başlığı altında yer verildiği ve klasik hadis şerhlerinde metne nasıl yaklaşıldığı tetkik edilmiştir. Rivayetin “zühd” konusunun ayrılmaz bir parçası haline geldiği ve buna bağlı olarak vaaz ve irşad literatüründe önemli bir yer tuttuğu tespit edilmiştir. Hadiste müminin dünya hayatıyla ilişkisine dair serdedilen ifadeler, kabaca “fâni olan her şeye yüz çevirmek” şeklinde tanımlayabileceğimiz zühdle ilişkilendirilmesine yol açmıştır. Hadis şârihleri ise mezkûr haberi dünya arzularının cezb ediciliğiyle, süreklilik arz eden meşakkatli ibadetlerle mükellef olmanın verdiği zorlukla ve dünyada bireylerin başına gelen musibetlere karşı sabretmesi gerektiğiyle ilişkilendirmişlerdir. Bu bakımdan musannifler ile şârihlerin hadisi benzer perspektifle değerlendirdikleri görülmüştür. Çalışmamızda, Kur’an ve hadis metinlerinde yer alan metaforik anlatı biçimi göz önünde tutulduğunda hadisi farklı bir bakış açısıyla değerlendirmenin mümkün olup olmadığı incelenmiştir. Bu inceleme sonucunda ilgili metinde yer alan “zindan” kavramının metaforik bir anlam içerdiği kabul edildiğinde yeni bir yorum denemesine açık olduğu söylenebilir. Özellikle modern dönemde belirgin, açık ve fark edilir düzeyde ortaya çıkan düşünce ve ahlak krizine karşı bir anlamlandırma yolu seçerek ilgili rivayeti “medeniyet ve sünnet” ilişkisini göz önünde tutarak metaforik bir yorum denemesi yapacağız. Zira söz konusu rivayetin çökmüş ve çürümekte olan medeniyetlerin haksızlık ve sefaletin kaynağı haline getirdiği tek dünyacı anlayışı reddettiği, nimetlere ve mahrumiyetlere karşı gereğinden fazla ya da az değer atfetmeyi kabul etmediği ve ölümle her şeyini kaybedeceğini düşünenlere karşı bilinç uyandırmaya çalıştığı iddia edilmektedir. Bunun yanında modern insanın İslâm medeniyetini yeniden canlandırabilmesini engelleyen bir dizi kriz vardır. Bunlar ruhsal, bireysel, düşünsel, metafizik ve toplumsal krizlerdir. İnsan, ruhsal krizi manevi ilerleme ve aydınlanmayla; bireysel krizi değerleri arzulara bırakmamakla; düşünsel krizi farklı düşüncelere açık bir şekilde eleştirel düşünceyi geliştirmekle; metafizik krizi dünyevi cazibelerden arınarak varoluşsal kısıtlamalara sırt çevirip bilgi ve anlam arayışına yönelmekle; toplumsal krizi toplumdaki değişimlere katkıda bulunarak insan hakları mücadelesi vermekle alt edebilir. Araştırmamızda insanın bu krizlerle başa çıkıp zindandan kurtularak özgürlüğe kavuşacağı ve kendi medeniyetini kurabileceği fikri metaforik bir yorum denemesiyle ileri sürülmüştür.","PeriodicalId":515937,"journal":{"name":"Cumhuriyet İlahiyat Dergisi","volume":" 40","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-05-15","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141127934","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Müslüman bilim adamları, namaz vakitlerinin hesaplanması, kıble yönünün tespit edilmesi gibi nedenlerden dolayı astronomi ilmi ile İslam’ın erken dönemlerinden itibaren ilgilenmeye başlamışlardır. Bu bilim dalıyla yakından ilişkili olduğu düşünülen İlm-i ahkâm-ı nücûm’un, astronominin bir parçası olduğu iddia edenler de olmuştur. Ancak, içindeki “ahkâm” ifadesi nedeniyle birçok ilim adamı bilimler tasnifinde, İlm-i ahkâm-ı nücûmu, astronomiden ayrı tutmuş onu doğal ilimlerden saymamışlardır. Birçok İslam Devleti’nin yöneticisine çeşitli ahkâm risaleleri sunulsa da, müneccimbaşılık bağımsız bir kurum olarak Osmanlı Devleti zamanında, II. Bayezid döneminde teşkilatlanmıştır. Bu dönemde müneccimbaşı, ikinci müneccim ve müneccimlerden oluşan bir heyet oluşturulmuş, zaman zaman birtakım değişikliklere uğrasa da kurum varlığını Cumhuriyet’e kadar devam ettirmiştir. Bu makalenin amacı Osmanlı Devleti’nin bir kurumu olan Müneccimbaşılık kurumu hakkında bilgi vermek ve 1712 yılında yayımlanmış bir ahkam risalesinden yola çıkarak bu tür risalelerde hangi konuların ele alındığını ortaya koymaktır. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivinde tespit edilen belgeler ışığında bu çalışma yapılmıştır. Yöntem olarak Arşiv ve literatür taraması yöntemi kullanılmıştır. Makalenin cevap aradığı soruların başında Kur’an-ı Kerim ve Hadislerde gaybın bilgisinin yalnız Allah’ta olduğu vurgulanmasına rağmen Osmanlı devletinde bu kurumun varlığını nasıl devam ettirdiği ve bu ilimle uğraşanların bu eleştirilere nasıl cevap verdiği, ahkamlarda hangi konulara değinildiği? Gibi konular gelmektedir. Makalede ulaşılan bazı bulgular şunlardır: Bu kurumun temel görevi namaz vakitlerinin belirlenmesi, ramazan hilalinin gözlemlenmesi, eşref saatinin tespit edilmesidir. Bununla birlikte bir yıl içerisinde meydana gelecek olan olayların bilgisine de ahkâm kısmında yer verilmektedir. Bazı padişahlar yapacakları işleri müneccimbaşının bilgi notları doğrultusunda gerçekleştirmeyi önemsemişler, hatta farklı coğrafyalardaki yöneticilerden müneccim talebinde bulunmuşlar, bazıları ise önemsememişlerdir. Bu ilimle uğraşanlar genellikle usta çırak ilişkisi içerisinde yetişmişlerdir. Bununla birlikte farklı meslek gruplarına mensup olanlardan da bu ilme heves edenler ortaya çıkmış, kendilerinin görevleri olmadıkları halde ahkâmlar hazırlamışlar ve bu ahkâmları padişahlara sunmuşlardır. Bunlardan biri de Vakanüvis Naîmâ Efendi’dir. Yapmış olduğu çıkarımlar kendisinin çeşitli görevlerden azledilmesine neden olmuştur. Ancak Naîmâ ahkam yazmaya devam etmiş, yüksek bürokrasiye dönebilmek için 1712 yılı için hazırladığı ahkamında siyasi bir dil kullanmıştır. Ona göre bu bir ilimdir ve bu ilimle uğraşmak İslam’a aykırı bir durum değildir. Verdiği bilgiler ise iddiadan uzaktır. Mesela padişahın yaşamını sıhhatli bir şekilde uzun süre devam ettireceğini, 1712 yılı için bir iki çocuk sahibi olabileceğini, gezegenlerin konumlarından deprem ve yangın emaresi olduğunu, ancak bu yangın ve depremlerin g
{"title":"Osmanlı’da İlmi Nücum ve Vakanüvis Naima’ya Ait Bir Ahkam Defterinin Değerlendirilmesi","authors":"Muhammet Okudan","doi":"10.18505/cuid.1424366","DOIUrl":"https://doi.org/10.18505/cuid.1424366","url":null,"abstract":"Müslüman bilim adamları, namaz vakitlerinin hesaplanması, kıble yönünün tespit edilmesi gibi nedenlerden dolayı astronomi ilmi ile İslam’ın erken dönemlerinden itibaren ilgilenmeye başlamışlardır. Bu bilim dalıyla yakından ilişkili olduğu düşünülen İlm-i ahkâm-ı nücûm’un, astronominin bir parçası olduğu iddia edenler de olmuştur. Ancak, içindeki “ahkâm” ifadesi nedeniyle birçok ilim adamı bilimler tasnifinde, İlm-i ahkâm-ı nücûmu, astronomiden ayrı tutmuş onu doğal ilimlerden saymamışlardır. Birçok İslam Devleti’nin yöneticisine çeşitli ahkâm risaleleri sunulsa da, müneccimbaşılık bağımsız bir kurum olarak Osmanlı Devleti zamanında, II. Bayezid döneminde teşkilatlanmıştır. Bu dönemde müneccimbaşı, ikinci müneccim ve müneccimlerden oluşan bir heyet oluşturulmuş, zaman zaman birtakım değişikliklere uğrasa da kurum varlığını Cumhuriyet’e kadar devam ettirmiştir. Bu makalenin amacı Osmanlı Devleti’nin bir kurumu olan Müneccimbaşılık kurumu hakkında bilgi vermek ve 1712 yılında yayımlanmış bir ahkam risalesinden yola çıkarak bu tür risalelerde hangi konuların ele alındığını ortaya koymaktır. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivinde tespit edilen belgeler ışığında bu çalışma yapılmıştır. Yöntem olarak Arşiv ve literatür taraması yöntemi kullanılmıştır. Makalenin cevap aradığı soruların başında Kur’an-ı Kerim ve Hadislerde gaybın bilgisinin yalnız Allah’ta olduğu vurgulanmasına rağmen Osmanlı devletinde bu kurumun varlığını nasıl devam ettirdiği ve bu ilimle uğraşanların bu eleştirilere nasıl cevap verdiği, ahkamlarda hangi konulara değinildiği? Gibi konular gelmektedir. Makalede ulaşılan bazı bulgular şunlardır: Bu kurumun temel görevi namaz vakitlerinin belirlenmesi, ramazan hilalinin gözlemlenmesi, eşref saatinin tespit edilmesidir. Bununla birlikte bir yıl içerisinde meydana gelecek olan olayların bilgisine de ahkâm kısmında yer verilmektedir. Bazı padişahlar yapacakları işleri müneccimbaşının bilgi notları doğrultusunda gerçekleştirmeyi önemsemişler, hatta farklı coğrafyalardaki yöneticilerden müneccim talebinde bulunmuşlar, bazıları ise önemsememişlerdir. Bu ilimle uğraşanlar genellikle usta çırak ilişkisi içerisinde yetişmişlerdir. Bununla birlikte farklı meslek gruplarına mensup olanlardan da bu ilme heves edenler ortaya çıkmış, kendilerinin görevleri olmadıkları halde ahkâmlar hazırlamışlar ve bu ahkâmları padişahlara sunmuşlardır. Bunlardan biri de Vakanüvis Naîmâ Efendi’dir. Yapmış olduğu çıkarımlar kendisinin çeşitli görevlerden azledilmesine neden olmuştur. Ancak Naîmâ ahkam yazmaya devam etmiş, yüksek bürokrasiye dönebilmek için 1712 yılı için hazırladığı ahkamında siyasi bir dil kullanmıştır. Ona göre bu bir ilimdir ve bu ilimle uğraşmak İslam’a aykırı bir durum değildir. Verdiği bilgiler ise iddiadan uzaktır. Mesela padişahın yaşamını sıhhatli bir şekilde uzun süre devam ettireceğini, 1712 yılı için bir iki çocuk sahibi olabileceğini, gezegenlerin konumlarından deprem ve yangın emaresi olduğunu, ancak bu yangın ve depremlerin g","PeriodicalId":515937,"journal":{"name":"Cumhuriyet İlahiyat Dergisi","volume":" 11","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-05-13","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141128557","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Kur’ân-ı Kerîm lafızlarının eda keyfiyetleri ihtiva eden kıraatler İslâmî ilimlerin birçoğunun önemli mevzuları arasında yer almaktadır. Özellikle tefsir ilminin temel konularından olan kıraatler söz konusu ilmin sembol şahsiyetlerinden olan Zemahşerî’nin (öl. 538/1144) tefsirinde de kayda değer bir yer işgal etmektedir. el-Keşşâf tefsirinde kıraat ihtilaflarına sıkça müracaat eden Zemahşerî’nin kıraatler konusundaki yaklaşımı kendisinden sonraki müfessirleri de etkilemesi yönüyle önem arz etmektedir. O, ele aldığı kıraatlerin bazen hüccet bazen de nispet yönüne temas etmektedir. Kıraatlere daha çok lügavî açıdan yaklaşan Zemahşerî, ilgili kıraatlerin özellikle dilde hüccetliği üzerinde durmaktadır. Bununla birlikte çoğu zaman bahse konu ettiği telaffuzla okuyan isimleri zikretmeyi de ihmal etmemektedir. Onun zikrettikleri arasında sahih kıraat sahibi imamlar (kıraat-i aşere imamları), şâz kıraat imamları ve seleften kıraati ile meşhur şahıslar yer almaktadır. Müfessirin bu tavrı onun meseleye vukûfiyetini de ortaya koymaktadır. el-Keşşâf’ta sahih kıraatlerin yanında birçok şâz kıraate de yer verilmektedir. Müfessir zaman zaman -sahih olsun şâz olsun- bazı telaffuzların naklî temeline de inmekte, ilgili telaffuzu tâbiîne, sahabeye hatta Hz. Peygamber’e nispet etmektedir. Ancak bu nispet esnasında bir sorun göze çarpmaktadır. O da söz konusu telaffuz şekillerinin sıhhati meselesidir. Zira bir kıraatin sahih olabilmesi için onun kıraatçiler nezdinde makbul bir senetle gelmesi, Arapça’ya ve Hz. Osman tarafından yazdırılan mushaflardan birinin imlasına uygun olması gerekmektedir. Müfessir birçok yerde sadece “Hz. Peygamber’in kıraati bu şekildedir.” gibi kesin ve net ifadeler kullanmakta, ele aldığı telaffuz şekli hakkında bir değerlendirme ya da bir kaynağa atıfta bulunma ihtiyacı hissetmemektedir. Mevzubahis tefsirde Hz. Peygamber’in okuduğu söylenen şâz kıraatler Yazma Eserler Kurumu (YEK) tarafından neşredilen Keşşâf Tefsiri mütercimlerinin de dikkatini çekmiş, konuyu değerlendirdikleri “el-Keşşâf’ta Kıraatler” başlığı altında şu cümleye yer vermişlerdir: “Bunların en ilginci herhalde Hz. Peygamber’e nispet edilen -fakat mütevatir kıraatlerde yer almayan- kıraatlerdir.” Bu tespit, el-Keşşâf’ta yer alan bu kıraatlerin derinlemesine incelenmesini gerekli kılmaktadır. Ancak önemine rağmen ilgili konuda yapılmış bir çalışmaya rastlanılmamıştır. Bu çalışmada el-Keşşâf tefsirinde Hz. Peygamber’e nispet edilen kıraatlerin tespit, teyit ve tenkidi hedeflenmektedir. Öncelikle eserde bahsedilen bu kıraatlerin sayısı, kaynak ve isnatları tespit edilmiş, daha sonra bunların kıraat imamları arasında ne şekilde karşılık bulduğu ortaya konulmuştur. Tespitlerimize göre Zemahşerî bir kıraatin Hz. Peygamber’e nispetine özel bir önem vermemekte, rivayet ve kıraatin sıhhat ve şöhretine bakmamaktadır. Onun bu yaklaşımı hadisçiler nezdinde de kıraatçiler nezdinde de kabul görmemiştir.
{"title":"el-Keşşâf’ta Hz. Peygamber’e Nispet Edilen Kıraatlerin Tahlili","authors":"Lokman Yılmaz","doi":"10.18505/cuid.1414204","DOIUrl":"https://doi.org/10.18505/cuid.1414204","url":null,"abstract":"Kur’ân-ı Kerîm lafızlarının eda keyfiyetleri ihtiva eden kıraatler İslâmî ilimlerin birçoğunun önemli mevzuları arasında yer almaktadır. Özellikle tefsir ilminin temel konularından olan kıraatler söz konusu ilmin sembol şahsiyetlerinden olan Zemahşerî’nin (öl. 538/1144) tefsirinde de kayda değer bir yer işgal etmektedir. el-Keşşâf tefsirinde kıraat ihtilaflarına sıkça müracaat eden Zemahşerî’nin kıraatler konusundaki yaklaşımı kendisinden sonraki müfessirleri de etkilemesi yönüyle önem arz etmektedir. O, ele aldığı kıraatlerin bazen hüccet bazen de nispet yönüne temas etmektedir. Kıraatlere daha çok lügavî açıdan yaklaşan Zemahşerî, ilgili kıraatlerin özellikle dilde hüccetliği üzerinde durmaktadır. Bununla birlikte çoğu zaman bahse konu ettiği telaffuzla okuyan isimleri zikretmeyi de ihmal etmemektedir. Onun zikrettikleri arasında sahih kıraat sahibi imamlar (kıraat-i aşere imamları), şâz kıraat imamları ve seleften kıraati ile meşhur şahıslar yer almaktadır. Müfessirin bu tavrı onun meseleye vukûfiyetini de ortaya koymaktadır. el-Keşşâf’ta sahih kıraatlerin yanında birçok şâz kıraate de yer verilmektedir. Müfessir zaman zaman -sahih olsun şâz olsun- bazı telaffuzların naklî temeline de inmekte, ilgili telaffuzu tâbiîne, sahabeye hatta Hz. Peygamber’e nispet etmektedir. Ancak bu nispet esnasında bir sorun göze çarpmaktadır. O da söz konusu telaffuz şekillerinin sıhhati meselesidir. Zira bir kıraatin sahih olabilmesi için onun kıraatçiler nezdinde makbul bir senetle gelmesi, Arapça’ya ve Hz. Osman tarafından yazdırılan mushaflardan birinin imlasına uygun olması gerekmektedir. Müfessir birçok yerde sadece “Hz. Peygamber’in kıraati bu şekildedir.” gibi kesin ve net ifadeler kullanmakta, ele aldığı telaffuz şekli hakkında bir değerlendirme ya da bir kaynağa atıfta bulunma ihtiyacı hissetmemektedir. Mevzubahis tefsirde Hz. Peygamber’in okuduğu söylenen şâz kıraatler Yazma Eserler Kurumu (YEK) tarafından neşredilen Keşşâf Tefsiri mütercimlerinin de dikkatini çekmiş, konuyu değerlendirdikleri “el-Keşşâf’ta Kıraatler” başlığı altında şu cümleye yer vermişlerdir: “Bunların en ilginci herhalde Hz. Peygamber’e nispet edilen -fakat mütevatir kıraatlerde yer almayan- kıraatlerdir.” Bu tespit, el-Keşşâf’ta yer alan bu kıraatlerin derinlemesine incelenmesini gerekli kılmaktadır. Ancak önemine rağmen ilgili konuda yapılmış bir çalışmaya rastlanılmamıştır. Bu çalışmada el-Keşşâf tefsirinde Hz. Peygamber’e nispet edilen kıraatlerin tespit, teyit ve tenkidi hedeflenmektedir. Öncelikle eserde bahsedilen bu kıraatlerin sayısı, kaynak ve isnatları tespit edilmiş, daha sonra bunların kıraat imamları arasında ne şekilde karşılık bulduğu ortaya konulmuştur. Tespitlerimize göre Zemahşerî bir kıraatin Hz. Peygamber’e nispetine özel bir önem vermemekte, rivayet ve kıraatin sıhhat ve şöhretine bakmamaktadır. Onun bu yaklaşımı hadisçiler nezdinde de kıraatçiler nezdinde de kabul görmemiştir.","PeriodicalId":515937,"journal":{"name":"Cumhuriyet İlahiyat Dergisi","volume":" 2","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-05-09","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141129017","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Osmanlılar, İbn Arabî'nin düşüncelerine ve kitaplarına büyük ilgi göstermiş ve bu etki Anadolu’dan başlayarak Osmanlı toplumunda yayılmıştır. Osmanlı padişahları, devletlerinin kuruluşunu İbn Arabî'ye nispet eden rivayetlere değer vermiş ve onun fikirlerini desteklemiştir. Osmanlı’da ilk medresenin başında olan kişilerin, ilk dönem şeyhülislam ve kadıların İbn Arabî'nin fikirlerini yayma çabaları olmuştur. Bu durum, İbn Arabî'nin Osmanlı toplumunda nazarî tasavvuf ekolünün sembolü haline gelmesine neden olmuştur. Şam toplumu daha önceleri İbn Arabî’ye ve eserlerine az ilgi gösterirken, Osmanlı yönetimine girmesinden sonra bölgede bu ilgi artmıştır. Osmanlı valilerinin ve kadılarının İbn Arabî'nin kabrini ziyaret etmeleriyle bu saygı belirginleşmiştir. İbn Arabî halk arasında da velayetine inanılarak büyük bir hürmet görmüştür. Osmanlı döneminde, özellikle 16. yüzyılda İbn Kemal Paşa'nın desteğiyle İbn Arabî'ye olan ilgi artmıştır. 17. yüzyılda da bu ilgi devam etmiştir. Abdulganî en-Nablusî, 18. yüzyılda İbn Arabî ekolünün önde gelen ismi olmuştur. 19. yüzyılda, Emir Abdülkâdir el-Cezâirî'nin çabalarıyla İbn Arabî ekolüne mensup sufi ve alimler çoğalmıştır. Bu dönemde İbn Arabî'nin evrâdı ve şerhleri de önem kazanmıştır. Şam ulemasından birçok kişi, özellikle Bahâüddin b. Abdülganî el-Baytar ve Muhammed Emin b. Muhammed Süveyd gibi şahsiyetler, İbn Arabî'nin eserlerini düzenli bir şekilde okumuş ve öğrencilere öğretmiştir. Şam'da İbn Arabî'ye olan ilgi ve saygı, genel tasavvufî çizgi içinde amelî tasavvufa ağırlık verilmesine rağmen, nazarî tasavvufa yönelik bir eğilim göstermiştir. Şam toplumunda tarih boyunca İbn Arabî'nin şahsiyeti özel bir konum kazanmıştır. Onun için Şeyhu’l-Ekber gibi lakapların yaygınlaşması bunun göstergesi olmuştur. Âlimler ve mutasavvıflar İbn Arabî'nin öğretilerine büyük değer vermiş, özellikle baş eseri Fusûs’a önemli şerhler yazılmıştır. İbn Arabî'ye yönelik eleştiriler ve tartışmalar da yaşanmıştır. Özellikle Fusûsu'l-Hikem kitabındaki görüşleri bazı alimler tarafından eleştirilmiş ve hatta tekfir edilmiştir. Ancak Osmanlı Devleti'nin resmi tutumu, İbn Arabî'ye destek vermiş ve eleştirilere karşı çıkılmıştır. Zamanla, İbn Arabî'nin eserleri savunulmuş ve eleştirilere cevaplar verilmiştir. Osmanlı valileri, Şam'da İbn Arabî'nin görüşlerine saldıran kişileri soruşturmuş ve cezalandırmıştır. Ancak bu tutum, Osmanlı fakihleri arasında da eleştiri ve karşıt görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İbn Arabî'nin kabri Osmanlı döneminde sürekli olarak ziyaret edilmiş, bu ziyaretler cuma geceleri özel olarak artmıştır. Osmanlı devlet adamları şeyhler ve âlimler, Şam'a girişlerinde önce İbn Arabî'nin kabrini ziyaret etmişlerdir. Kabir ziyaretine olan bu ilgi, zaman içinde önemli şahsiyetlerin defnedilme arzusuna dönüşmüş, Osmanlı büyüğü olan birçok kişi İbn Arabî'nin kabri yakınında gömülmeyi tercih etmiştir. Osmanlı devlet adamları ve şeyhlerinin İbn Arabî'nin etrafında defnedilme çabaları, bu bölgenin Osmanlılar döne
奥斯曼人对伊本-阿拉比的思想和著作表现出极大的兴趣,这种影响从安纳托利亚开始传遍整个奥斯曼社会。奥斯曼帝国的苏丹们重视伊本-阿拉比的建国叙事,并支持他的思想。奥斯曼帝国第一批伊斯兰学校的校长、第一个时期的谢赫胡里斯拉姆和卡迪努力传播伊本-阿拉比的思想。这种情况使伊本-阿拉比成为奥斯曼帝国社会中苏菲理论学派的象征。虽然大马士革社会以前对伊本-阿拉比及其作品兴趣不大,但在奥斯曼帝国统治之后,该地区对伊本-阿拉比及其作品的兴趣与日俱增。奥斯曼帝国的总督和卡迪都曾前往伊本-阿拉比的墓地拜谒,由此可见人们对他的尊重。伊本-阿拉比也受到人们的尊敬,他们认为伊本-阿拉比是一位守护者。在奥斯曼帝国时期,尤其是 16 世纪,在伊本-凯末尔-帕夏的支持下,人们对伊本-阿拉比的兴趣与日俱增。17 世纪,这种兴趣仍在继续。18 世纪,Abdulganî en-Nablusî 成为伊本-阿拉比学派的领军人物。19 世纪,在埃米尔 'Abd al-Qādir al-Jazā'īrī 的努力下,属于伊本-阿拉比学派的苏菲和学者的人数有所增加。在这一时期,伊本-阿拉比的易拉宝和注释也变得越来越重要。大马士革的许多学者,尤其是 Bahā al-Dīn b. 'Abd al-Ghānī al-Baytar 和 Muhammad Amin b. Muhammad Suwayd,经常阅读伊本-阿拉比的作品,并将其传授给学生。在大马士革,人们对伊本-阿拉比的兴趣和尊敬显示出理论神秘主义的倾向,尽管一般的苏菲派都强调实践神秘主义。伊本-阿拉比的人格在大马士革社会的整个历史中获得了特殊的地位。Shaykh al-Akbar 等称谓的广泛使用就说明了这一点。学者和苏菲派高度评价伊本-阿拉比的学说,特别是对他的主要著作《Fusūs》撰写了重要的评论。也有针对伊本-阿拉比的批评和辩论。特别是他在《Fusūs al-Hikam》一书中的观点受到了一些学者的批评,甚至是 "塔克菲里"(takfir)。然而,奥斯曼帝国的官方立场支持伊本-阿拉比,反对批评。随着时间的推移,伊本-阿拉比的作品得到了辩护,批评也得到了回应。奥斯曼帝国的总督们在大马士革调查并惩罚了那些攻击伊本-阿拉比观点的人。然而,这种态度导致奥斯曼法学家中出现了批评和反对意见。在奥斯曼帝国时期,伊本-阿拉比的陵墓经常被人瞻仰,尤其是在周五晚上,瞻仰次数更多。奥斯曼帝国的政治家、酋长和学者在进入大马士革时首先参观伊本-阿拉比的陵墓。随着时间的推移,这种参观古墓的兴趣变成了安葬重要人物的愿望,许多奥斯曼帝国的伟大人物都喜欢葬在伊本-阿拉比的陵墓附近。奥斯曼帝国的政治家和酋长们努力将自己安葬在伊本-阿拉比周围,这表明了该地区在奥斯曼帝国时期的影响力。
{"title":"Osmanlı Döneminde Şam'da İbn Arabî Ekolü","authors":"İyat Erbakan, Veysel Akkaya","doi":"10.18505/cuid.1427377","DOIUrl":"https://doi.org/10.18505/cuid.1427377","url":null,"abstract":"Osmanlılar, İbn Arabî'nin düşüncelerine ve kitaplarına büyük ilgi göstermiş ve bu etki Anadolu’dan başlayarak Osmanlı toplumunda yayılmıştır. Osmanlı padişahları, devletlerinin kuruluşunu İbn Arabî'ye nispet eden rivayetlere değer vermiş ve onun fikirlerini desteklemiştir. Osmanlı’da ilk medresenin başında olan kişilerin, ilk dönem şeyhülislam ve kadıların İbn Arabî'nin fikirlerini yayma çabaları olmuştur. Bu durum, İbn Arabî'nin Osmanlı toplumunda nazarî tasavvuf ekolünün sembolü haline gelmesine neden olmuştur. Şam toplumu daha önceleri İbn Arabî’ye ve eserlerine az ilgi gösterirken, Osmanlı yönetimine girmesinden sonra bölgede bu ilgi artmıştır. Osmanlı valilerinin ve kadılarının İbn Arabî'nin kabrini ziyaret etmeleriyle bu saygı belirginleşmiştir. İbn Arabî halk arasında da velayetine inanılarak büyük bir hürmet görmüştür. \u0000Osmanlı döneminde, özellikle 16. yüzyılda İbn Kemal Paşa'nın desteğiyle İbn Arabî'ye olan ilgi artmıştır. 17. yüzyılda da bu ilgi devam etmiştir. Abdulganî en-Nablusî, 18. yüzyılda İbn Arabî ekolünün önde gelen ismi olmuştur. 19. yüzyılda, Emir Abdülkâdir el-Cezâirî'nin çabalarıyla İbn Arabî ekolüne mensup sufi ve alimler çoğalmıştır. Bu dönemde İbn Arabî'nin evrâdı ve şerhleri de önem kazanmıştır. Şam ulemasından birçok kişi, özellikle Bahâüddin b. Abdülganî el-Baytar ve Muhammed Emin b. Muhammed Süveyd gibi şahsiyetler, İbn Arabî'nin eserlerini düzenli bir şekilde okumuş ve öğrencilere öğretmiştir. Şam'da İbn Arabî'ye olan ilgi ve saygı, genel tasavvufî çizgi içinde amelî tasavvufa ağırlık verilmesine rağmen, nazarî tasavvufa yönelik bir eğilim göstermiştir. \u0000Şam toplumunda tarih boyunca İbn Arabî'nin şahsiyeti özel bir konum kazanmıştır. Onun için Şeyhu’l-Ekber gibi lakapların yaygınlaşması bunun göstergesi olmuştur. Âlimler ve mutasavvıflar İbn Arabî'nin öğretilerine büyük değer vermiş, özellikle baş eseri Fusûs’a önemli şerhler yazılmıştır. İbn Arabî'ye yönelik eleştiriler ve tartışmalar da yaşanmıştır. Özellikle Fusûsu'l-Hikem kitabındaki görüşleri bazı alimler tarafından eleştirilmiş ve hatta tekfir edilmiştir. Ancak Osmanlı Devleti'nin resmi tutumu, İbn Arabî'ye destek vermiş ve eleştirilere karşı çıkılmıştır. Zamanla, İbn Arabî'nin eserleri savunulmuş ve eleştirilere cevaplar verilmiştir. \u0000Osmanlı valileri, Şam'da İbn Arabî'nin görüşlerine saldıran kişileri soruşturmuş ve cezalandırmıştır. Ancak bu tutum, Osmanlı fakihleri arasında da eleştiri ve karşıt görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İbn Arabî'nin kabri Osmanlı döneminde sürekli olarak ziyaret edilmiş, bu ziyaretler cuma geceleri özel olarak artmıştır. Osmanlı devlet adamları şeyhler ve âlimler, Şam'a girişlerinde önce İbn Arabî'nin kabrini ziyaret etmişlerdir. Kabir ziyaretine olan bu ilgi, zaman içinde önemli şahsiyetlerin defnedilme arzusuna dönüşmüş, Osmanlı büyüğü olan birçok kişi İbn Arabî'nin kabri yakınında gömülmeyi tercih etmiştir. Osmanlı devlet adamları ve şeyhlerinin İbn Arabî'nin etrafında defnedilme çabaları, bu bölgenin Osmanlılar döne","PeriodicalId":515937,"journal":{"name":"Cumhuriyet İlahiyat Dergisi","volume":" 12","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-05-09","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141129056","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}