Ahmet Uyanıkoğlu, Mehmet Selim Mamiş, Esat Cihan Karahanci, Tuba Dumak
ÖZET Giriş:Covid-19 hastalığı, ribonükleikasid(RNA) genomu taşıyan koronavirüs (CoV) ailesinin neden olduğu bir hastalıktır. CoV’da en sık tutulan organ akciğer(AC) olmasına rağmen, gastrointestinel sistem(GİS) ve karaciğer(KC) de etkilenebilmektedir. Bu çalışmamızda Covid-19 hastalarında karaciğer fonksiyonlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Materyal-metod: Çalışmada 01.10.2020-01.12.2021 tarihleri arasında300 Covid-19 hastasının hastanaye ilk başvurudaki transaminaz(AST, ALT) ve kolestaz(ALP, GGT) enzimleri ile albümin düzeylerine bakıldı. Laboratuvar sonuçları, hastanemiz normal laboratuvar değerlerine göre gruplandırılarak incelendi. Araştırma için kurumsal izin alındı. Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Kurulu'nun 21.03.2022 tarih ve 06 sayılı oturum kararı ile onay alındı. Bulgular:Hastaların 173’ü (%57,7) erkek ve 127’si (%42,3) kadın, yaş ortalaması 53±17,6(min 18 – max 95) yıl olarak saptandı. Hastaların 266 (%88,7) tanesi serviste, 31 (%10,3) tanesi servis ve yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) ve 3 (%1) tanesi sadece YBÜ’de takip edildi. Toplam takip süresi ortalaması 7,22±17,68 gün olup, servis takip süresi 6,69±2,63 gün idi. Cinsiyete göre laboratuvar değerlerinin ortalama ve standart sapmaları tablo 1’de verilmiştir. Hastaların %69’unda AST, %29’unda ALT, %16,3 ALP ve %28,3 GGT yüksekliği saptanırken, %19,3 oranında albümin düşüklüğü saptandı. AST, ALT ve GGT yükseklikleri daha çok erkeklerde görülürken, albümin düşüklüğü de daha çok kadınlarda görüldü. Sonuç:CoV bağlı KC disfonksiyonu geliştiğinde sırasıyla daha çok AST, ALT, GGT ve albümin anormallikleri görülmektedir. CoV’a bağlı özellikle AST olmak üzere transaminazların, kolestaz enzimlerine göre daha sık arttığı saptanmıştır.
{"title":"Covid-19 Hastalarında Karaciğer Laboratuvar Anormalliklerinin Değerlendirilmesi","authors":"Ahmet Uyanıkoğlu, Mehmet Selim Mamiş, Esat Cihan Karahanci, Tuba Dumak","doi":"10.35440/hutfd.1126578","DOIUrl":"https://doi.org/10.35440/hutfd.1126578","url":null,"abstract":"ÖZET\u0000Giriş:Covid-19 hastalığı, ribonükleikasid(RNA) genomu taşıyan koronavirüs (CoV) ailesinin neden olduğu bir hastalıktır. CoV’da en sık tutulan organ akciğer(AC) olmasına rağmen, gastrointestinel sistem(GİS) ve karaciğer(KC) de etkilenebilmektedir. Bu çalışmamızda Covid-19 hastalarında karaciğer fonksiyonlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.\u0000\u0000Materyal-metod: Çalışmada 01.10.2020-01.12.2021 tarihleri arasında300 Covid-19 hastasının hastanaye ilk başvurudaki transaminaz(AST, ALT) ve kolestaz(ALP, GGT) enzimleri ile albümin düzeylerine bakıldı. Laboratuvar sonuçları, hastanemiz normal laboratuvar değerlerine göre gruplandırılarak incelendi. Araştırma için kurumsal izin alındı. Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Kurulu'nun 21.03.2022 tarih ve 06 sayılı oturum kararı ile onay alındı.\u0000\u0000Bulgular:Hastaların 173’ü (%57,7) erkek ve 127’si (%42,3) kadın, yaş ortalaması 53±17,6(min 18 – max 95) yıl olarak saptandı. Hastaların 266 (%88,7) tanesi serviste, 31 (%10,3) tanesi servis ve yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) ve 3 (%1) tanesi sadece YBÜ’de takip edildi. Toplam takip süresi ortalaması 7,22±17,68 gün olup, servis takip süresi 6,69±2,63 gün idi. Cinsiyete göre laboratuvar değerlerinin ortalama ve standart sapmaları tablo 1’de verilmiştir.\u0000 Hastaların %69’unda AST, %29’unda ALT, %16,3 ALP ve %28,3 GGT yüksekliği saptanırken, %19,3 oranında albümin düşüklüğü saptandı. AST, ALT ve GGT yükseklikleri daha çok erkeklerde görülürken, albümin düşüklüğü de daha çok kadınlarda görüldü.\u0000\u0000Sonuç:CoV bağlı KC disfonksiyonu geliştiğinde sırasıyla daha çok AST, ALT, GGT ve albümin anormallikleri görülmektedir. CoV’a bağlı özellikle AST olmak üzere transaminazların, kolestaz enzimlerine göre daha sık arttığı saptanmıştır.","PeriodicalId":117847,"journal":{"name":"Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi","volume":"1 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-05-15","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"122165797","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Nazire KILIÇ ŞAFAK, Behice Durgun, A. Yücel, Özkan Oğuz
Background: In this study, the purpose was to obtain normal anthropometric data of the nose, and to determine the changes in age and gender. Materials and Methods: For this purpose, the nose anthropometric measurements were made with a caliper in 874 healthy individuals who were between the ages of 5 and 64, and the nose types were de-termined for adults. The individuals were divided into 8 groups as 5-7, 8-9, 10-11, 12-13, 14-15, 16-17, 18-40, and 41-64-year-old. The nasal length, nasal height, morphological nasal width, anatomical nasal width, nasal root width, nasal depth, lengths, nostril widths, face width, and face heights of the individu-als were measured; and the external nasal surface area, nasal volume, nasal index, nasofacial index, and nose-face width index were calculated. According to Martin and Sallar, the types of noses were classified in adults. The SPSS 20.0 Program was used for the statistical analysis of the data. Results: The most common type of nose was determined to be Mesorrhine. Statistically significant differ-ences were detected between the genders in all measurements except nasal depth. Statistically signifi-cant differences were detected in all groups in terms of all length and height measurements, morphologi-cal and anatomical nasal width values, external nasal surface areas, and nasal volume and indices. Conclusions: It is expected that detailed data about age-sex-related nose morphometry in our study will contribute to the creation of a database of our population. It is thought that these detailed data will be helpful in the determination of age and gender in forensic medicine, the reconstruction studies in anthro-pology, and the treatment plan and post-surgery evaluation to surgeons.
{"title":"Anthropometric Measurements of the Nose and Nose Types","authors":"Nazire KILIÇ ŞAFAK, Behice Durgun, A. Yücel, Özkan Oğuz","doi":"10.35440/hutfd.1269020","DOIUrl":"https://doi.org/10.35440/hutfd.1269020","url":null,"abstract":"Background: In this study, the purpose was to obtain normal anthropometric data of the nose, and to determine the changes in age and gender.\u0000Materials and Methods: For this purpose, the nose anthropometric measurements were made with a caliper in 874 healthy individuals who were between the ages of 5 and 64, and the nose types were de-termined for adults. The individuals were divided into 8 groups as 5-7, 8-9, 10-11, 12-13, 14-15, 16-17, 18-40, and 41-64-year-old. The nasal length, nasal height, morphological nasal width, anatomical nasal width, nasal root width, nasal depth, lengths, nostril widths, face width, and face heights of the individu-als were measured; and the external nasal surface area, nasal volume, nasal index, nasofacial index, and nose-face width index were calculated. According to Martin and Sallar, the types of noses were classified in adults. The SPSS 20.0 Program was used for the statistical analysis of the data.\u0000Results: The most common type of nose was determined to be Mesorrhine. Statistically significant differ-ences were detected between the genders in all measurements except nasal depth. Statistically signifi-cant differences were detected in all groups in terms of all length and height measurements, morphologi-cal and anatomical nasal width values, external nasal surface areas, and nasal volume and indices.\u0000Conclusions: It is expected that detailed data about age-sex-related nose morphometry in our study will contribute to the creation of a database of our population. It is thought that these detailed data will be helpful in the determination of age and gender in forensic medicine, the reconstruction studies in anthro-pology, and the treatment plan and post-surgery evaluation to surgeons.","PeriodicalId":117847,"journal":{"name":"Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi","volume":"56 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-05-08","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"121621614","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
O. Bardakçı, F. Tatlı, İ. B. Bahceci̇oğlu, A. Özgönül, Giray Akgül, M. Güldür, A. Uzunköy
Background: Injuries to the recurrent inferior laryngeal nerve (RLN) remain one of the major post-operative complications after thyroid surgery. In studies, temporary RLN damage during thyroidectomy is %2-11, and the rate of permanent RLN damage is %0.6-1.6. Complementary thyroidectomies have a higher complication rate compared to the first surgical procedure. In the last two decades, intraoperative neural monitoring has become a powerful tool for risk minimization. In our study, we aimed to retrospectively examine the pa-tients who underwent complementary thyroidectomy and intraoperative nerve monitoring. Materials and Methods: Between January 2016 and February 2020, the files of 54 patients, who underwent complementary thyroidectomy and nerve monitoring in our clinic, were analyzed retrospectively.Patients who did not undergo nerve monitoring were not included in the study. The age, gender, pathology and indication, first surgery type, and the length of hospital stay of the patients, the reason for undergoing complementary thyroidectomy, and whether or not postoperative complications developed in the patients, were all recorded. Results: The mean age of the patients was 44.4 (16-82 years). The average length of hospital stay of the patients was 2.37 (1-5 days). According to the initial pathology results of the patients who underwent comp-lementary thyroidectomy, 34 had papillary thyroid cancer, 6 had follicular thyroid carcinoma or suspicion, 1 had medullary thyroid carcinoma, 1 patient had Anaplastic thyroid carcinoma suspicion and 12 patients had Multinodular Goiter recurrence. Conclusions: As a result, complementary thyroid surgery poses an important problem for surgeons. It has a high rate of complications due to the formation of scar and loss of normal tissue planes. Therefore, we think that the use of intraoperative nerve monitoring during complementary thyroidectomy surgery may be helpful in reducing the occurrence of permanent or temporary recurrent laryngeal nerve damage. Key Words: Intraoperative Nerve Monitoring Complementary Thyroidectomy, Complication
{"title":"Intraoperative Nerve Monitoring Ought to be Used In Complementary Thyroidectomy","authors":"O. Bardakçı, F. Tatlı, İ. B. Bahceci̇oğlu, A. Özgönül, Giray Akgül, M. Güldür, A. Uzunköy","doi":"10.35440/hutfd.1090667","DOIUrl":"https://doi.org/10.35440/hutfd.1090667","url":null,"abstract":"Background: Injuries to the recurrent inferior laryngeal nerve (RLN) remain one of the major post-operative complications after thyroid surgery. In studies, temporary RLN damage during thyroidectomy is %2-11, and the rate of permanent RLN damage is %0.6-1.6. Complementary thyroidectomies have a higher complication rate compared to the first surgical procedure. In the last two decades, intraoperative neural monitoring has become a powerful tool for risk minimization. In our study, we aimed to retrospectively examine the pa-tients who underwent complementary thyroidectomy and intraoperative nerve monitoring.\u0000Materials and Methods: Between January 2016 and February 2020, the files of 54 patients, who underwent complementary thyroidectomy and nerve monitoring in our clinic, were analyzed retrospectively.Patients who did not undergo nerve monitoring were not included in the study. The age, gender, pathology and indication, first surgery type, and the length of hospital stay of the patients, the reason for undergoing complementary thyroidectomy, and whether or not postoperative complications developed in the patients, were all recorded.\u0000Results: The mean age of the patients was 44.4 (16-82 years). The average length of hospital stay of the patients was 2.37 (1-5 days). According to the initial pathology results of the patients who underwent comp-lementary thyroidectomy, 34 had papillary thyroid cancer, 6 had follicular thyroid carcinoma or suspicion, 1 had medullary thyroid carcinoma, 1 patient had Anaplastic thyroid carcinoma suspicion and 12 patients had Multinodular Goiter recurrence.\u0000Conclusions: As a result, complementary thyroid surgery poses an important problem for surgeons. It has a high rate of complications due to the formation of scar and loss of normal tissue planes. Therefore, we think that the use of intraoperative nerve monitoring during complementary thyroidectomy surgery may be helpful in reducing the occurrence of permanent or temporary recurrent laryngeal nerve damage.\u0000\u0000Key Words: Intraoperative Nerve Monitoring Complementary Thyroidectomy, Complication","PeriodicalId":117847,"journal":{"name":"Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi","volume":"262 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-05-04","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"115631887","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Amaç: Gonadotropin-releasing hormone analogları (GnRHa), uzun yıllardır santral puberte prekokslu (SPP) hastaların tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Önceki çalışmalarda GnRHa tedavisinin vücut kitle indeksi (VKİ) üzerindeki etkileri ile ilişkili çelişkili sonuçlar mevcuttur.Bu çalışmada SPP tanısı konulan kız çocuklarında GnRHa tedavisinin VKİ üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Materyal ve metod: Çalışmaya Eylül 2016 – Haziran 2021 tarihleri arasında SPP nedeniyle izlenen ve tedavi edilen toplam 145 kız hasta alındı. Olguların geriye dönük dosya kayıtlarında; başvuru anındaki yaşı, başlangıç ve tedavinin birinci yılındaki boy, kilo, VKİ ve standart deviasyon skorları (SDS), kemik yaşı, Tanner evresi, serum folikül uyarıcı hormon (FSH), lüteinizan hormon (LH), östradiol (E2) seviyeleri ve GnRH stimülasyon testi sırasındaki pik LH seviyesi değerlendirildi. Bulgular: Santral puberte prekoks saptanan 145 hastanın tedavi başlangıcındaki yaş ortalaması 7.27±0.97 yıl, ortalama kemik yaşı 9.12±1.10 yıl idi. Tedavi başlangıcında 118 (% 81.38) hasta normal veya düşük kilolu, 27 (% 18.62) hasta ise kilolu yada obezdi. 109 (%75.17) olgu tanner evre 2, 30 olgu (% 20.69) tanner evre 3 ve 6 olgu (% 4.14) ise tanner evre 4’te idi. Tüm hastaların tedavi öncesi ortalama VKİ-SDS’si 0,11±0,99 iken, tedavinin birinci yılında 0.35 ± 0.95 olarak bulundu ve anlamlı ölçüde artış saptandı (p<0.01). Normal veya düşük kilolu hastaların tedavi öncesi ortalama VKİ-SDS’si -0.21± 0.78 iken, tedavi sonrası 0.09±0.84 saptandı (p < 0.01). Kilolu veya obez hastaların başlangıç VKİ-SDS’si 1.53±0.40 iken, tedavi sonrası 1.48±0.49 saptandı (p=0.41). Sonuç: Çalışmamızda santral puberte prekoks tedavisinde kullanılan GnRHa tedavisinin zayıf ve normal kilolu olgularda VKİ-SDS’sini artırdığı, fazla kilolu veya obez grupta ise değişikliğe yol açmadığı gösterilmiştir.
{"title":"Santral Puberte Prekoks Tanısı Konulan Kız Çocuklarında GnRH Analogları Kilo Artışı Yapar mı?","authors":"Ruken Yildirim, Edip Unal","doi":"10.35440/hutfd.1190733","DOIUrl":"https://doi.org/10.35440/hutfd.1190733","url":null,"abstract":"Amaç: Gonadotropin-releasing hormone analogları (GnRHa), uzun yıllardır santral puberte prekokslu (SPP) hastaların tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Önceki çalışmalarda GnRHa tedavisinin vücut kitle indeksi (VKİ) üzerindeki etkileri ile ilişkili çelişkili sonuçlar mevcuttur.Bu çalışmada SPP tanısı konulan kız çocuklarında GnRHa tedavisinin VKİ üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.\u0000Materyal ve metod: Çalışmaya Eylül 2016 – Haziran 2021 tarihleri arasında SPP nedeniyle izlenen ve tedavi edilen toplam 145 kız hasta alındı. Olguların geriye dönük dosya kayıtlarında; başvuru anındaki yaşı, başlangıç ve tedavinin birinci yılındaki boy, kilo, VKİ ve standart deviasyon skorları (SDS), kemik yaşı, Tanner evresi, serum folikül uyarıcı hormon (FSH), lüteinizan hormon (LH), östradiol (E2) seviyeleri ve GnRH stimülasyon testi sırasındaki pik LH seviyesi değerlendirildi.\u0000Bulgular: Santral puberte prekoks saptanan 145 hastanın tedavi başlangıcındaki yaş ortalaması 7.27±0.97 yıl, ortalama kemik yaşı 9.12±1.10 yıl idi. Tedavi başlangıcında 118 (% 81.38) hasta normal veya düşük kilolu, 27 (% 18.62) hasta ise kilolu yada obezdi. 109 (%75.17) olgu tanner evre 2, 30 olgu (% 20.69) tanner evre 3 ve 6 olgu (% 4.14) ise tanner evre 4’te idi. Tüm hastaların tedavi öncesi ortalama VKİ-SDS’si 0,11±0,99 iken, tedavinin birinci yılında 0.35 ± 0.95 olarak bulundu ve anlamlı ölçüde artış saptandı (p<0.01). Normal veya düşük kilolu hastaların tedavi öncesi ortalama VKİ-SDS’si -0.21± 0.78 iken, tedavi sonrası 0.09±0.84 saptandı (p < 0.01). Kilolu veya obez hastaların başlangıç VKİ-SDS’si 1.53±0.40 iken, tedavi sonrası 1.48±0.49 saptandı (p=0.41).\u0000Sonuç: Çalışmamızda santral puberte prekoks tedavisinde kullanılan GnRHa tedavisinin zayıf ve normal kilolu olgularda VKİ-SDS’sini artırdığı, fazla kilolu veya obez grupta ise değişikliğe yol açmadığı gösterilmiştir.","PeriodicalId":117847,"journal":{"name":"Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi","volume":"24 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-04-27","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"115146583","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Amaç: Ağız içi ağrılı ve kronik bir durum olan Rekurren aftöz stomatit (RAS) hastalığında hastalar yemek yemede ve ağız açıp kapamada zaman zaman güçlük yaşayabilmektedir. Ağrılı olan RAS temporomandibular eklem (TME) çevresindeki kaslarda spazma neden olabilmektedir. Bu sebepten RAS hastalığı olan kişilerde TME’inin etkilenip etkilenmediğini belirlemek için Temporomandibular Eklem Disfonksiyonu (TMED) araştırmasını planladık.. Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya Deri ve Zührevi Hastalıklar uzmanı tarafından RAS tanısı almış, çalışma kriterlerine uyan 50 hasta grubu ve 50 sağlıklı gönüllüden oluşan kontrol grubu dahil edildi. Hastaların ve sağlıklı gönüllülerin hepsine FonsecaAnamnestik Anketi uygulandı (FAA). FAA’nde TME’de bozukluk çıkan hastalara Helkimo Klinik Disfonksiyon İndeksi (HKDİ) uygulanarak TMED’nun şiddeti belirlendi. Çıkan sonuçların hasta grubu ve kontrol grubu olarak karşılaştırmaları yapıldı. RAS ile TMED arasındaki ilişki olup olmadığı incelendi. Bruksizmin TMED ve RAS ile ilişkisi incelendi. Bulgular: Hasta grubunda bulunanların %52’si erkek ve %48’i kadın olup, kontrol grubunda bulunanların %56’sı erkek ve %44’ü kadındı. Cinsiyet açısından gruplar arasında anlamlı fark görülmemiştir. Hasta grubunda TMED ve Bruksizm görülme oranı kontrol grubuna göre anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur (p<0.001). Kontrol grubunda HKDİ’ne göre şiddetli TMED saptanmazken, hasta grubunda 18 hastada HKDİ ciddi olarak bulunmuştur. Oral aft sayısı ile TMED ve Bruksizm arasında anlamlı ilişki bulunamamıştır. Sonuç: RAS hastalarında Bruksizm ve TMED kontrol grubuna göre anlamlı yüksek bulunmuştur. Bruksizm, TMED olan hastalarda , TMED olmayan hastalara göre daha yüksek oranda bulunmuş olup, çalışmamız literatürü desteklenmektedir. Anahtar kelimeler: Rekurren Aftöz Stomatit, Temporomandibular Eklem, Bruksizm
{"title":"Rekurren Aftöz Stomatit Hastalarında Temporomandibular Eklem Disfonksiyonunun Araştırılması","authors":"Bilgehan KOLUTEK AY, M. Tuna","doi":"10.35440/hutfd.1205600","DOIUrl":"https://doi.org/10.35440/hutfd.1205600","url":null,"abstract":"Amaç: Ağız içi ağrılı ve kronik bir durum olan Rekurren aftöz stomatit (RAS) hastalığında hastalar yemek yemede ve ağız açıp kapamada zaman zaman güçlük yaşayabilmektedir. Ağrılı olan RAS temporomandibular eklem (TME) çevresindeki kaslarda spazma neden olabilmektedir. Bu sebepten RAS hastalığı olan kişilerde TME’inin etkilenip etkilenmediğini belirlemek için Temporomandibular Eklem Disfonksiyonu (TMED) araştırmasını planladık..\u0000Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya Deri ve Zührevi Hastalıklar uzmanı tarafından RAS tanısı almış, çalışma kriterlerine uyan 50 hasta grubu ve 50 sağlıklı gönüllüden oluşan kontrol grubu dahil edildi. Hastaların ve sağlıklı gönüllülerin hepsine FonsecaAnamnestik Anketi uygulandı (FAA). FAA’nde TME’de bozukluk çıkan hastalara Helkimo Klinik Disfonksiyon İndeksi (HKDİ) uygulanarak TMED’nun şiddeti belirlendi. Çıkan sonuçların hasta grubu ve kontrol grubu olarak karşılaştırmaları yapıldı. RAS ile TMED arasındaki ilişki olup olmadığı incelendi. Bruksizmin TMED ve RAS ile ilişkisi incelendi.\u0000Bulgular: Hasta grubunda bulunanların %52’si erkek ve %48’i kadın olup, kontrol grubunda bulunanların %56’sı erkek ve %44’ü kadındı. Cinsiyet açısından gruplar arasında anlamlı fark görülmemiştir. Hasta grubunda TMED ve Bruksizm görülme oranı kontrol grubuna göre anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur (p<0.001). Kontrol grubunda HKDİ’ne göre şiddetli TMED saptanmazken, hasta grubunda 18 hastada HKDİ ciddi olarak bulunmuştur. Oral aft sayısı ile TMED ve Bruksizm arasında anlamlı ilişki bulunamamıştır.\u0000Sonuç: RAS hastalarında Bruksizm ve TMED kontrol grubuna göre anlamlı yüksek bulunmuştur. Bruksizm, TMED olan hastalarda , TMED olmayan hastalara göre daha yüksek oranda bulunmuş olup, çalışmamız literatürü desteklenmektedir. \u0000Anahtar kelimeler: Rekurren Aftöz Stomatit, Temporomandibular Eklem, Bruksizm","PeriodicalId":117847,"journal":{"name":"Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi","volume":"53 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-04-27","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"124404552","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Background: Vitamin B12 deficiency in pregnant women is an important health issue which not only affects mothers but also their infants. The aim of this study is to reveal the frequency of vitamin B12 and folic acid deficiency in pregnant women and their newborn babies, to evaluate the relationship between maternal and neonatal vitamin B12 and folic acid levels, and to determine the risk factors for vitamin B12 deficiency. Materials and Methods: This prospective study included 600 pregnant women (gestational age: 38-42 weeks) who presented to obstetrics departments in Şanlıurfa Province and their newborn infants without perinatal complication (birth weight≥2500 g). The lower limit for vitamin B12 was defined as 200 pg/mL. Data regarding age, number of child, medication, comorbid disease or being vegetarian or not were recorded in all mothers. Results: Vitamin B12 deficiency was found in 73.8% of the included pregnant women, and folic acid deficiency was found in 10.3%. Again, 70.5% of newborn babies were found to have vitamin B12 deficiency and 3.7% to have folic acid deficiency. It was concluded that vitamin B12 levels in newborn babies were related to maternal levels. Conclusions: As a result, it has been shown that a significant portion of newborns in Turkey have vitamin B12 deficiency. Vitamin B12 levels were quite low in mothers who gave birth recently. The deficiency of vitamin B12, which plays a major role in brain development upon intrauterine period, is a preventable cause of neurological deficit. Thus, it is highly important to screen and treat vitamin B12 deficiency before onset of clinical symptoms. We believe that our study is beneficial in this regard.
{"title":"The Frequency of Vitamin B12 and Folic Acid Deficiency in Mothers and Their Newborn Infants in Şanlıurfa Province","authors":"Nurgül Ataş, A. Çakmak","doi":"10.35440/hutfd.1254961","DOIUrl":"https://doi.org/10.35440/hutfd.1254961","url":null,"abstract":"Background: Vitamin B12 deficiency in pregnant women is an important health issue which not only affects mothers but also their infants. The aim of this study is to reveal the frequency of vitamin B12 and folic acid deficiency in pregnant women and their newborn babies, to evaluate the relationship between maternal and neonatal vitamin B12 and folic acid levels, and to determine the risk factors for vitamin B12 deficiency.\u0000Materials and Methods: This prospective study included 600 pregnant women (gestational age: 38-42 weeks) who presented to obstetrics departments in Şanlıurfa Province and their newborn infants without perinatal complication (birth weight≥2500 g). The lower limit for vitamin B12 was defined as 200 pg/mL. Data regarding age, number of child, medication, comorbid disease or being vegetarian or not were recorded in all mothers. \u0000Results: Vitamin B12 deficiency was found in 73.8% of the included pregnant women, and folic acid deficiency was found in 10.3%. Again, 70.5% of newborn babies were found to have vitamin B12 deficiency and 3.7% to have folic acid deficiency. It was concluded that vitamin B12 levels in newborn babies were related to maternal levels.\u0000Conclusions: As a result, it has been shown that a significant portion of newborns in Turkey have vitamin B12 deficiency. Vitamin B12 levels were quite low in mothers who gave birth recently. The deficiency of vitamin B12, which plays a major role in brain development upon intrauterine period, is a preventable cause of neurological deficit. Thus, it is highly important to screen and treat vitamin B12 deficiency before onset of clinical symptoms. We believe that our study is beneficial in this regard.","PeriodicalId":117847,"journal":{"name":"Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi","volume":"40 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-04-27","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"116673211","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Amaç:Kötü huylu göz kapağı tümörlerinin klinik ve histopatolojik özelliklerini bölgemiz açısından değerlendirmek. Materyal ve metod: Ocak 2018- Eylül 2021 tarihleri arasında kliniğimizde kötü huylu kapak tümörü tanısı konulan ve takibe alınan 120 olgunun dosyaları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların dosyalarından demografik ve klinik özellikleri, klinik ve histopatolojik tanıları, cerrahi yapılan olgularda yöntem ve takip sonuçları kaydedildi. Cerrahi yapılan tüm hastalara eksizyonel biyopsi uygulandı. Bulgular: Çalışmaya 120 olgu dahil edildi.Hastaların 54’ü(%45) erkek, 66’sı (%55) kadın cinsiyetteydi.Hastaların yaş ortalamaları 62,5 (35-80) yıl idi.Ortalama takip süresi tüm olgular için 20,4 ay (3-36 ay) olarak saptandı. Göz kapağı kötü huylu kitlelerinin %80’inde (n=96) klinik ön tanı ile histopatolojik inceleme sonuçları uyumlu bulundu.24 olguda (%20) ameliyat öncesi klinik ön tanı ile postoperatif histopatolojik tanı farklılık gösterdi. Tüm olgularımız içinde nüks oranı %3 olarak bulundu.Nüks oranları BHK grubunda %2 ve YHK grubunda ise %5 olarak tespit edildi.Tümörlerin yerleşimine bakıldığında 80 hastada sol,40 hastada sağ göz kapağı tutulumu vardı. Sonuç: Göz kapaklarının malign tümörlerinde cerrahi eksizyon ile birlikte histopatolojik inceleme yapılması aynı anda hem tanı koydurması hem de tedavi sağlaması nedeniyle en güvenilir seçenektir Kötü huylu kapak tümöründen şüphelenildiğinde, hastalar oküler onkoloji tecrübesi olan bir oküloplastik cerraha yönlendirilmelidir.
{"title":"Göz Kapaklarının Primer Kötü Huylu Tümörlerinin Klinik ve Histopatolojik Özellikleri","authors":"Çağrı Mutaf, A. Şimşek","doi":"10.35440/hutfd.1206751","DOIUrl":"https://doi.org/10.35440/hutfd.1206751","url":null,"abstract":"Amaç:Kötü huylu göz kapağı tümörlerinin klinik ve histopatolojik özelliklerini bölgemiz açısından değerlendirmek.\u0000Materyal ve metod: Ocak 2018- Eylül 2021 tarihleri arasında kliniğimizde kötü huylu kapak tümörü tanısı konulan ve takibe alınan 120 olgunun dosyaları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların dosyalarından demografik ve klinik özellikleri, klinik ve histopatolojik tanıları, cerrahi yapılan olgularda yöntem ve takip sonuçları kaydedildi. Cerrahi yapılan tüm hastalara eksizyonel biyopsi uygulandı.\u0000Bulgular: Çalışmaya 120 olgu dahil edildi.Hastaların 54’ü(%45) erkek, 66’sı (%55) kadın cinsiyetteydi.Hastaların yaş ortalamaları 62,5 (35-80) yıl idi.Ortalama takip süresi tüm olgular için 20,4 ay (3-36 ay) olarak saptandı. Göz kapağı kötü huylu kitlelerinin %80’inde (n=96) klinik ön tanı ile histopatolojik inceleme sonuçları uyumlu bulundu.24 olguda (%20) ameliyat öncesi klinik ön tanı ile postoperatif histopatolojik tanı farklılık gösterdi. Tüm olgularımız içinde nüks oranı %3 olarak bulundu.Nüks oranları BHK grubunda %2 ve YHK grubunda ise %5 olarak tespit edildi.Tümörlerin yerleşimine bakıldığında 80 hastada sol,40 hastada sağ göz kapağı tutulumu vardı.\u0000Sonuç: Göz kapaklarının malign tümörlerinde cerrahi eksizyon ile birlikte histopatolojik inceleme yapılması aynı anda hem tanı koydurması hem de tedavi sağlaması nedeniyle en güvenilir seçenektir Kötü huylu kapak tümöründen şüphelenildiğinde, hastalar oküler onkoloji tecrübesi olan bir oküloplastik cerraha yönlendirilmelidir.","PeriodicalId":117847,"journal":{"name":"Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi","volume":"1 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-04-27","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"116557478","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Background: The aim of this study is to evaluate the cilinical and demographic characteristics of geriatric patients aged 65 and over who presented at the physical medicine and rehabilitation polyclinic of university hospital. Material and Methods: The study was conducted in the physical medicine and rehabilitation (PMR) department of Harran University Hospital. In the study, the records of geriatric patients aged 65 and over who presented at the PMR polyclinic in the first 10 months of 2022 were retrospectively analyzed. Demographic characteristics and diagnoses of patients in the geriatric age group were examined. Results: A total of 759 people were included in the study, 546 of whom were women (71.9%) and 213 of them (28.1%) were men aged 65 and over. The gender distribution was determined to be significantly predominantly female (p<0.001). The mean age of the patients was 72.3±6 (65-98) years. The mean age of men was 71.6±5 (65-89) and the mean age of women was 72.6±6 (65-98), and there was no significant difference between the mean ages of both groups (p>0.05). Conclusion: We observed that the most common diagnoses of the older adult patients who presented at our PMR polyclinic, the most frequent were degenerative diseases and osteoporosis, followed by other diagnoses. To reduce pain and disability in patients, it is important that protective measures are taken against the risk factors that can worsen the clinical condition of the disease in older adults. Nevertheless, we think that there is a need for multicenter clinical studies with wider patient participation related to the prevalence of musculoskeletal diseases in elderly individuals.
{"title":"Evaluation of the Clinical and Demographic Characteristics of Patients aged 65 and Over Who Applied to the Physiotherapy and Rehabilitation Outpatient Clinic","authors":"V. Delen, S. İlter","doi":"10.35440/hutfd.1258991","DOIUrl":"https://doi.org/10.35440/hutfd.1258991","url":null,"abstract":"Background: The aim of this study is to evaluate the cilinical and demographic characteristics of geriatric patients aged 65 and over who presented at the physical medicine and rehabilitation polyclinic of university hospital.\u0000Material and Methods: The study was conducted in the physical medicine and rehabilitation (PMR) department of Harran University Hospital. In the study, the records of geriatric patients aged 65 and over who presented at the PMR polyclinic in the first 10 months of 2022 were retrospectively analyzed. Demographic characteristics and diagnoses of patients in the geriatric age group were examined.\u0000Results: A total of 759 people were included in the study, 546 of whom were women (71.9%) and 213 of them (28.1%) were men aged 65 and over. The gender distribution was determined to be significantly predominantly female (p<0.001). The mean age of the patients was 72.3±6 (65-98) years. The mean age of men was 71.6±5 (65-89) and the mean age of women was 72.6±6 (65-98), and there was no significant difference between the mean ages of both groups (p>0.05).\u0000Conclusion: We observed that the most common diagnoses of the older adult patients who presented at our PMR polyclinic, the most frequent were degenerative diseases and osteoporosis, followed by other diagnoses. To reduce pain and disability in patients, it is important that protective measures are taken against the risk factors that can worsen the clinical condition of the disease in older adults. Nevertheless, we think that there is a need for multicenter clinical studies with wider patient participation related to the prevalence of musculoskeletal diseases in elderly individuals.","PeriodicalId":117847,"journal":{"name":"Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi","volume":"1 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-04-27","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"129168087","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Mehmet Tunçeli̇, Huseyin Erdem, Nazire KILIÇ ŞAFAK, Roger Somaes, N. Boyan, Özkan Oğuz
Background: The aims of this study were to: (i) to analyze the morphometric characteristics of the cervical vertebral column in the sagittal plane; and (ii) compare morphometric methods used for determinating cervical lordosis angle. Materials and Methods: Direct cervical sagittal radiographs of 175 adults were analyzed and cervical lordosis angle was evaluated by Cobb (C2-C7), central cervical lordosis angle, posterior tangent, and Risser & Ferguson methods. In addition, occipitocervical angle (occiput-C2) and cervical vertical tranlation distance were deter-mined to assess upper cervical lordosis and forward head posture, respectively. Results: The measured cervical lordosis angles were differed (p<0.05) depending on the measurement met-hod. There was a strong negative correlation between cervical lordosis angle and occipitocervical angle (r = -0.707), a weak negative correlation between cervical lordosis angle and cervical vertical translation distance (r = -0.253) and a moderate positive correlation between occipitocervical angle and cervical vertical translation distance (r = 0.552). It was observed that an increase of 1 mm in the cervical vertical translation distance cau-sed an increase in the occipitocervical angle about 0.6 degrees. Conclusions: In planning cervical surgery, the balance and alignment of the cervical vertebral column in the sagittal plane should be evaluated in detail. The contour of the cervical vertebral column in the sagittal plane and the limits of cervical lordosis angle are important in the evaluation of cervical pathologies. The obsserva-tions from this study will benefit the understanding of vertebral column morphometry will contribute to the literature in anatomy, physiotherapy, radiology, and cervical regional surgery. Key Words: Cervical lordosis angle, cervical vertebrae, morphometry, radiography, sagittal plane
{"title":"The Morphometry of the Cervical Vertebral Column in the Sagittal Plane: Comparing Methods for Determining Cervical Lordosis Angle","authors":"Mehmet Tunçeli̇, Huseyin Erdem, Nazire KILIÇ ŞAFAK, Roger Somaes, N. Boyan, Özkan Oğuz","doi":"10.35440/hutfd.1257758","DOIUrl":"https://doi.org/10.35440/hutfd.1257758","url":null,"abstract":"Background: The aims of this study were to: (i) to analyze the morphometric characteristics of the cervical vertebral column in the sagittal plane; and (ii) compare morphometric methods used for determinating cervical lordosis angle.\u0000Materials and Methods: Direct cervical sagittal radiographs of 175 adults were analyzed and cervical lordosis angle was evaluated by Cobb (C2-C7), central cervical lordosis angle, posterior tangent, and Risser & Ferguson methods. In addition, occipitocervical angle (occiput-C2) and cervical vertical tranlation distance were deter-mined to assess upper cervical lordosis and forward head posture, respectively.\u0000Results: The measured cervical lordosis angles were differed (p<0.05) depending on the measurement met-hod. There was a strong negative correlation between cervical lordosis angle and occipitocervical angle (r = -0.707), a weak negative correlation between cervical lordosis angle and cervical vertical translation distance (r = -0.253) and a moderate positive correlation between occipitocervical angle and cervical vertical translation distance (r = 0.552). It was observed that an increase of 1 mm in the cervical vertical translation distance cau-sed an increase in the occipitocervical angle about 0.6 degrees.\u0000Conclusions: In planning cervical surgery, the balance and alignment of the cervical vertebral column in the sagittal plane should be evaluated in detail. The contour of the cervical vertebral column in the sagittal plane and the limits of cervical lordosis angle are important in the evaluation of cervical pathologies. The obsserva-tions from this study will benefit the understanding of vertebral column morphometry will contribute to the literature in anatomy, physiotherapy, radiology, and cervical regional surgery.\u0000\u0000Key Words: Cervical lordosis angle, cervical vertebrae, morphometry, radiography, sagittal plane","PeriodicalId":117847,"journal":{"name":"Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi","volume":"75 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-04-27","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"124700684","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Amaç: Travmatik vertebral kırıkların çoğu torakolomber bileşkede ,lomber omurgada , daha az sıklıkla orta torasik ve üst torasik omurgada meydana gelir. Bu çalışma ile akut travmatik torakolomber kırıklardan sonra vertebral stabilizasyon yapılan vakaların retrospektif multifaktöriyel değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: 2020-2022 yılları arasında, akut travmatik torakolomber kırıklardan sonra vertebral stabilizasyon yapılan 60 hasta, postop retrospektif olarak ele alındı. Her hastanın klinik verileri, kırığın tipi ve yeri, nörolojik hasarın varlığı, cerrahi öncesi ve sonrası radyolojik ölçümleri, postop komplikasyonları, reoperasyon, AO Spine ve ASIA sınıflamala verileri değerlendirildi. Bulgular:Hastların yaş ortalaması 33,5+16,2 idi. Hastaların travma etiyolojisine bakıldığında, en sık olarak %68,3 ile düşme, ikinci sırada %13.3 ile AİTK ve intihar, %3.3 ile de ADTK gözlemlenmiştir. Lokalizasyona bakıldığında 20 hastada travma L1kırığı gözlendi. 28 hastada tip B kırığı görüldü. 53 hastada herhangi bir komplikasyon görülmezken 5 hastaya revizyon cerrahisi yapıldı. Preoperatif ASIA A olan hastanın postoperatif nörolojik muayenesinin değişmediği görüldü. SonuçTorakolonber kırıklar genelikle yüksek enerjili travmadan sonra meydana gelir. Sıklıkla torakolomber bileşkede görülür ve nörolojik defistlerle yol açar. Komplet defisit olan hastalarda nörolojik iyileşme sınırlı olmaktadır. Ancak inkomplet kırıklarda nörolojik düzelme gözlenebilmektedir. Hastaların ivedilikle tedavisine başlanmalı ve rutin hayatına dönmesi sağlanmalıdır.
{"title":"Torakolomber Fraktür Nedeniyle Kliniğimizde Opere Edilen Hastaların Retrospektif Olarak Değerlendirilmesi","authors":"Barışhan Erdoğan, Duygu Ceman","doi":"10.35440/hutfd.1263204","DOIUrl":"https://doi.org/10.35440/hutfd.1263204","url":null,"abstract":"Amaç: Travmatik vertebral kırıkların çoğu torakolomber bileşkede ,lomber omurgada , daha az sıklıkla orta torasik ve üst torasik omurgada meydana gelir. Bu çalışma ile akut travmatik torakolomber kırıklardan sonra vertebral stabilizasyon yapılan vakaların retrospektif multifaktöriyel değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: 2020-2022 yılları arasında, akut travmatik torakolomber kırıklardan sonra vertebral stabilizasyon yapılan 60 hasta, postop retrospektif olarak ele alındı. Her hastanın klinik verileri, kırığın tipi ve yeri, nörolojik hasarın varlığı, cerrahi öncesi ve sonrası radyolojik ölçümleri, postop komplikasyonları, reoperasyon, AO Spine ve ASIA sınıflamala verileri değerlendirildi. Bulgular:Hastların yaş ortalaması 33,5+16,2 idi. Hastaların travma etiyolojisine bakıldığında, en sık olarak %68,3 ile düşme, ikinci sırada %13.3 ile AİTK ve intihar, %3.3 ile de ADTK gözlemlenmiştir. Lokalizasyona bakıldığında 20 hastada travma L1kırığı gözlendi. 28 hastada tip B kırığı görüldü. 53 hastada herhangi bir komplikasyon görülmezken 5 hastaya revizyon cerrahisi yapıldı. Preoperatif ASIA A olan hastanın postoperatif nörolojik muayenesinin değişmediği görüldü. SonuçTorakolonber kırıklar genelikle yüksek enerjili travmadan sonra meydana gelir. Sıklıkla torakolomber bileşkede görülür ve nörolojik defistlerle yol açar. Komplet defisit olan hastalarda nörolojik iyileşme sınırlı olmaktadır. Ancak inkomplet kırıklarda nörolojik düzelme gözlenebilmektedir. Hastaların ivedilikle tedavisine başlanmalı ve rutin hayatına dönmesi sağlanmalıdır.","PeriodicalId":117847,"journal":{"name":"Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi","volume":"35 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-04-27","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"129449891","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}