İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından her yıl düzenlenen ve bir gelenek haline gelen İslâm ve Yorum Sempozyum VII.’si “Cumhuriyetin 100. Yılında Din ve Hayat” teması ile 26 Ekim 2023 tarihinde İnönü Üniversitesi Kongre ve Kültür Merkezinde yapıldı. Sempozyum Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın konferansı ve İnönü Üniversite rektörü Prof. Dr. Ahmet Kızılay’ın açılış konuşması ile başladı. Protokol konuşmalarından sonra sempozyum bir panel ile devam etti. Moderatörlüğü İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Kubat tarafından yürütülen panelde Prof. Dr. Yasin Aktay, Prof. Dr. Recep Kaymakcan ve Dr. Nec-det Subaşı panelist olarak birer sunum yaptı. Açılış konuşmalarından ve icra edilen panelden sonra sempozyum cuma günü dört, cumartesi günü dört olmak üzere sekiz oturum şeklinde online olarak devam etti. Her bir oturum A-B-C şeklinde gruplara ayrıldı ve toplamda yirmi dört oturum olarak gerçekleştirilmiş oldu. Sempozyuma yurt içinden ve dışından iştirak eden yüzden fazla bilim insanı tarafından “Din, Hayat ve İnsan”, “Din, Hayat ve Toplum”, “Din, Hayat ve Siyaset”, “Din, Hayat ve Hukuk”, “Din, Hayat ve Eğitim”, “Din, Hayat ve Sanat”, “Din, Hayat ve Güvenlik”, “Din, Hayat ve İnsan Hakları”, “Din, Hayat ve Dini Gruplar”, “Din, Hayat ve Dinî Azınlıklar”, “İslam Coğrafyasında Din ve Hayat”, “Günümüz Dünyasında Din ve Hayat”, “Bireysel ve Toplumsal Hayatta Dinin Geleceği” başlıkları altında bildiriler sunuldu. Sempozyum düzenleme kurulunun verdiği bilgiye göre takdim edilen bu bildiriler bir kitap halinde yayınlanacak ve ilim camiasının istifadesine arz edilecektir.
{"title":"İslam ve Yorum VIII (Cumhuriyetin 100. Yılında Türkiye’de Din ve Hayat )","authors":"İbrahim Celil Özendi̇","doi":"10.51605/mesned.1395691","DOIUrl":"https://doi.org/10.51605/mesned.1395691","url":null,"abstract":"İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından her yıl düzenlenen ve bir gelenek haline gelen İslâm ve Yorum Sempozyum VII.’si “Cumhuriyetin 100. Yılında Din ve Hayat” teması ile 26 Ekim 2023 tarihinde İnönü Üniversitesi Kongre ve Kültür Merkezinde yapıldı. Sempozyum Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın konferansı ve İnönü Üniversite rektörü Prof. Dr. Ahmet Kızılay’ın açılış konuşması ile başladı. Protokol konuşmalarından sonra sempozyum bir panel ile devam etti. Moderatörlüğü İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Kubat tarafından yürütülen panelde Prof. Dr. Yasin Aktay, Prof. Dr. Recep Kaymakcan ve Dr. Nec-det Subaşı panelist olarak birer sunum yaptı. Açılış konuşmalarından ve icra edilen panelden sonra sempozyum cuma günü dört, cumartesi günü dört olmak üzere sekiz oturum şeklinde online olarak devam etti. Her bir oturum A-B-C şeklinde gruplara ayrıldı ve toplamda yirmi dört oturum olarak gerçekleştirilmiş oldu. Sempozyuma yurt içinden ve dışından iştirak eden yüzden fazla bilim insanı tarafından “Din, Hayat ve İnsan”, “Din, Hayat ve Toplum”, “Din, Hayat ve Siyaset”, “Din, Hayat ve Hukuk”, “Din, Hayat ve Eğitim”, “Din, Hayat ve Sanat”, “Din, Hayat ve Güvenlik”, “Din, Hayat ve İnsan Hakları”, “Din, Hayat ve Dini Gruplar”, “Din, Hayat ve Dinî Azınlıklar”, “İslam Coğrafyasında Din ve Hayat”, “Günümüz Dünyasında Din ve Hayat”, “Bireysel ve Toplumsal Hayatta Dinin Geleceği” başlıkları altında bildiriler sunuldu. Sempozyum düzenleme kurulunun verdiği bilgiye göre takdim edilen bu bildiriler bir kitap halinde yayınlanacak ve ilim camiasının istifadesine arz edilecektir.","PeriodicalId":139037,"journal":{"name":"Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi","volume":"182 3","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-12-27","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"139152915","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Öz: Modern Arap edebiyatının önde gelen isimlerinden Ḫalîl Muṭrân, entelektüel kişiliğinin yanı sıra Arap şiirinde nazım ve muhteva açısından reformist açılımlarla tanınan bir şahsiyettir. Klasik şiir algısını ağır bir dille eleştiren Muṭrân şiire, biçim ve şekil gibi özelliklerin dayatılmasının yanlış olduğunu savunmuş ve kasidede içerik ile konu bütünlüğüne vurgu yapmıştır. Bu düşüncelere sahip oluşunda yapmış olduğu Avrupa seyahatleri ve bunun neticesinde elde ettiği batı birikimi, etkin rol oynamıştır. Özellikle Fransız edebiyatından etkilenen Muṭrân, romantizm akımının Arap dünyasındaki ilk temsilcisi kabul edilmiştir. Batı romantizm akımının öğretilerini benimseyen ve bu ekolün izlerini şiirlerine taşıyan Muṭrân, bu ekolü; yazdığı eser ve çevirilerle, gazete ve dergilerde yayımladığı yazılarla Arap dünyasına taşımıştır. Bu gerçek, şiirlerinde; özellikle aşk ve ıstırabın iç içe harmanlandığı, çilenin ve sevgiliye serzenişin işlendiği ‘‘el-Mesâ’’ adlı ünlü şiirinde belirgin bir şekilde görülmektedir. Bu çalışmada Muṭrân’nın kısa biyografisi ele alınmış ve el-Mesâ adlı ünlü şiiri muhtevâ bakımından değerlendirilmiştir. Ayrıca şiirin belâgat yönleri; özellikle isti’âre ve teşbih tarafı üzerinde durulmuştur. Amacımız farklı açılardan ele alınan el-Mesâ adlı şiirin çevirisini yapıp; üslup boyutunu, bazı kelimelerin ve cümlelerin sanatsal yapısını ortaya koymak ve eserdeki duygu yüklü mânâları ilim çevrelerinin dikkatlerine sunmaktır. Anahtar Kelimeler: Ḫalîl Muṭrân, el-Mesâ, Şiir, Istırap, Özlem, Aşk.
{"title":"Halîl Mutran'nın el-Mesâ Şiiri","authors":"Mahmut Çay","doi":"10.51605/mesned.1380442","DOIUrl":"https://doi.org/10.51605/mesned.1380442","url":null,"abstract":"Öz: Modern Arap edebiyatının önde gelen isimlerinden Ḫalîl Muṭrân, entelektüel kişiliğinin yanı sıra Arap şiirinde nazım ve muhteva açısından reformist açılımlarla tanınan bir şahsiyettir. Klasik şiir algısını ağır bir dille eleştiren Muṭrân şiire, biçim ve şekil gibi özelliklerin dayatılmasının yanlış olduğunu savunmuş ve kasidede içerik ile konu bütünlüğüne vurgu yapmıştır. Bu düşüncelere sahip oluşunda yapmış olduğu Avrupa seyahatleri ve bunun neticesinde elde ettiği batı birikimi, etkin rol oynamıştır. Özellikle Fransız edebiyatından etkilenen Muṭrân, romantizm akımının Arap dünyasındaki ilk temsilcisi kabul edilmiştir. Batı romantizm akımının öğretilerini benimseyen ve bu ekolün izlerini şiirlerine taşıyan Muṭrân, bu ekolü; yazdığı eser ve çevirilerle, gazete ve dergilerde yayımladığı yazılarla Arap dünyasına taşımıştır. Bu gerçek, şiirlerinde; özellikle aşk ve ıstırabın iç içe harmanlandığı, çilenin ve sevgiliye serzenişin işlendiği ‘‘el-Mesâ’’ adlı ünlü şiirinde belirgin bir şekilde görülmektedir. Bu çalışmada Muṭrân’nın kısa biyografisi ele alınmış ve el-Mesâ adlı ünlü şiiri muhtevâ bakımından değerlendirilmiştir. Ayrıca şiirin belâgat yönleri; özellikle isti’âre ve teşbih tarafı üzerinde durulmuştur. Amacımız farklı açılardan ele alınan el-Mesâ adlı şiirin çevirisini yapıp; üslup boyutunu, bazı kelimelerin ve cümlelerin sanatsal yapısını ortaya koymak ve eserdeki duygu yüklü mânâları ilim çevrelerinin dikkatlerine sunmaktır. \u0000Anahtar Kelimeler: Ḫalîl Muṭrân, el-Mesâ, Şiir, Istırap, Özlem, Aşk.","PeriodicalId":139037,"journal":{"name":"Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi","volume":"19 8","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-12-13","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"139004654","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
CELÂLEDDÎN DEVÂNÎ’NİN AHLAK DÜŞÜNCESİNDE ÇOCUK EĞİTİMİ Öz: İslam ahlak felsefesinde ev idaresi başlığı altında ele alınan çocuk eğitimi, çocuğun dünyaya gelmesinin hemen ardından başlamaktadır. Bu şekildeki bir uygulamanın kişinin gelecek yaşantısını etkileyebilecek bir özellikte olduğu iddia edilmektedir. Boş bir levha gibi olan çocuğun beyni, erken yaşlarda aldığı eğitim sayesinde şekillenmekte ve öğrendiği bilgiler kalıcı olmaktadır. İlk olarak aile ocağındaki eğitimin, anne baba ve çocuk bakıcısı tarafından verildiği görülmektedir. Belirli bir yaştan sonra okula gönderilen çocuğun, öğretmeninin de iyi olması gerekmektedir. Zira çocuğun gelecek hayatını şekillendiren unsurlardan birisi de öğretmendir. Öğretmenin ahlaklı ve alanında uzman birisi olması, çocuğun sadece aklına değil ruhuna da hitap etmesi gerekir. Çocuklara erken yaşlarda verilen eğitim günün şartlarına uygun olmalıdır. Ayrıca kabiliyetlerine göre yönlendirilme yapılmalıdır. Çocuğun doğası ve yönelimleri sanat ve meslek öğrenmeye daha uygunsa bu alana doğru yönlendirilmelidir. Çünkü herkesin farklı yetenekleri vardır. Çocuğun kabiliyeti tespit edildiğinde ve bu yönelim doğrultusunda eğitim verildiğinde hayatta başarılı olabilme şansı artar. Bir insan, hassaten bir çocuk, sevdiği ve istediği bir alanda yaptığı işi severek ve isteyerek yapıyorsa ortaya bir başarının çıktığı görülmektedir. Sevilmeyen ya da kabiliyet isteyen bir işte, yapma becerisi ve iştiyakı yoksa kişi, zamanını ve ömrünü o iş ile boşa geçirmiş olur ve herhangi bir başarı da ortaya çıkmaz. Filozofun, çocuğun âdâb-ı muâşeret kurallarına riayet edilerek büyütülmesini tavsiye ettiği de görülmektedir. Âdâb-ı muâşeret kurallarının başında da edep ve hayâ gelmektedir. Çocuğun yemek yeme adabından giyinme kuşanma adabına kadar filozofların incelediği konulara Devvânî’nin de değindiği, çocuğu kanaate alıştırmanın, israf ve savurganlığın önüne geçtiği gibi mevzuları ele aldığı görülmektedir. Bunun yanı sıra çocuğun günlük hayatta yeme içme ve giyinme konusunda lezzet peşinde olmasının önünü almak için gerekli eğitimlerin verilmesi gerekir. İslam dininde mevcut olan erken yaşlarda namaz kılmayı emretmenin Devvânî’nin de uygulamak için tavsiye ettiği görülmektedir. Ayrıca çocuk için isim koymanın da önemli olduğu, konulan ismin yanlış anlamlara gelme ihtimaline karşı ailenin dikkatli olması gerektiği filozofun tavsiyeleri arasındadır. Çocuğa örnek olmak ve onu iyiliğe teşvik etmek ebeveynin ve öğretmenlerin görevleri arasında sayılmaktadır. Bunun yolu da ebeveynin çocuğun yanında iyilik ve iyileri övmesi, hayra teşvik etmesi, kötülük ve kötüleri yermesi, şer işlerden nefret etmesini sağlamak şeklinde olmalıdır. Bu anlamda, çocuğun erdemli davranışları övülmeli, kötü davranışlar sergilediğinde yerilmelidir. Ancak çocuk istemeden kötü bir davranış sergilediğinde ise bir başkasının yanında rencide edilmemelidir. Ebeveyn veya öğretmen bu şekilde müspet davrandığında çocuğun menfi tutumlarının olumlu yönde değişme ihtimali yükse
{"title":"Celâleddîn Devânî’nin Ahlak Düşüncesinde Çocuk Eğitimi","authors":"Veysi Abdulazi̇z","doi":"10.51605/mesned.1367941","DOIUrl":"https://doi.org/10.51605/mesned.1367941","url":null,"abstract":"CELÂLEDDÎN DEVÂNÎ’NİN AHLAK DÜŞÜNCESİNDE ÇOCUK EĞİTİMİ Öz: İslam ahlak felsefesinde ev idaresi başlığı altında ele alınan çocuk eğitimi, çocuğun dünyaya gelmesinin hemen ardından başlamaktadır. Bu şekildeki bir uygulamanın kişinin gelecek yaşantısını etkileyebilecek bir özellikte olduğu iddia edilmektedir. Boş bir levha gibi olan çocuğun beyni, erken yaşlarda aldığı eğitim sayesinde şekillenmekte ve öğrendiği bilgiler kalıcı olmaktadır. İlk olarak aile ocağındaki eğitimin, anne baba ve çocuk bakıcısı tarafından verildiği görülmektedir. Belirli bir yaştan sonra okula gönderilen çocuğun, öğretmeninin de iyi olması gerekmektedir. Zira çocuğun gelecek hayatını şekillendiren unsurlardan birisi de öğretmendir. Öğretmenin ahlaklı ve alanında uzman birisi olması, çocuğun sadece aklına değil ruhuna da hitap etmesi gerekir. Çocuklara erken yaşlarda verilen eğitim günün şartlarına uygun olmalıdır. Ayrıca kabiliyetlerine göre yönlendirilme yapılmalıdır. Çocuğun doğası ve yönelimleri sanat ve meslek öğrenmeye daha uygunsa bu alana doğru yönlendirilmelidir. Çünkü herkesin farklı yetenekleri vardır. Çocuğun kabiliyeti tespit edildiğinde ve bu yönelim doğrultusunda eğitim verildiğinde hayatta başarılı olabilme şansı artar. Bir insan, hassaten bir çocuk, sevdiği ve istediği bir alanda yaptığı işi severek ve isteyerek yapıyorsa ortaya bir başarının çıktığı görülmektedir. Sevilmeyen ya da kabiliyet isteyen bir işte, yapma becerisi ve iştiyakı yoksa kişi, zamanını ve ömrünü o iş ile boşa geçirmiş olur ve herhangi bir başarı da ortaya çıkmaz. Filozofun, çocuğun âdâb-ı muâşeret kurallarına riayet edilerek büyütülmesini tavsiye ettiği de görülmektedir. Âdâb-ı muâşeret kurallarının başında da edep ve hayâ gelmektedir. Çocuğun yemek yeme adabından giyinme kuşanma adabına kadar filozofların incelediği konulara Devvânî’nin de değindiği, çocuğu kanaate alıştırmanın, israf ve savurganlığın önüne geçtiği gibi mevzuları ele aldığı görülmektedir. Bunun yanı sıra çocuğun günlük hayatta yeme içme ve giyinme konusunda lezzet peşinde olmasının önünü almak için gerekli eğitimlerin verilmesi gerekir. İslam dininde mevcut olan erken yaşlarda namaz kılmayı emretmenin Devvânî’nin de uygulamak için tavsiye ettiği görülmektedir. Ayrıca çocuk için isim koymanın da önemli olduğu, konulan ismin yanlış anlamlara gelme ihtimaline karşı ailenin dikkatli olması gerektiği filozofun tavsiyeleri arasındadır. Çocuğa örnek olmak ve onu iyiliğe teşvik etmek ebeveynin ve öğretmenlerin görevleri arasında sayılmaktadır. Bunun yolu da ebeveynin çocuğun yanında iyilik ve iyileri övmesi, hayra teşvik etmesi, kötülük ve kötüleri yermesi, şer işlerden nefret etmesini sağlamak şeklinde olmalıdır. Bu anlamda, çocuğun erdemli davranışları övülmeli, kötü davranışlar sergilediğinde yerilmelidir. Ancak çocuk istemeden kötü bir davranış sergilediğinde ise bir başkasının yanında rencide edilmemelidir. Ebeveyn veya öğretmen bu şekilde müspet davrandığında çocuğun menfi tutumlarının olumlu yönde değişme ihtimali yükse","PeriodicalId":139037,"journal":{"name":"Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi","volume":"46 1","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-11-14","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"139277858","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
يركز البحث على إبراز الجانب الأخلاقي عند الإمام الدارمي في سننه، حيث نظر المحدثون إلى الحديث على أنه المعيار الديني الذي يضبط السلوك الإنساني، فمن خلال الاقتداء برسول الله صلى الله عليه وسلم يبقى المسلم في حال من الوعي الداخلي والضبط السلوكي، وهو ما يؤدي إلى التخلص من العادات السيئة المعرقلة للتقدم الأخلاقي الإنساني، إذ إن المحدث عندما يبوب أبوابه، ويخلل أحكامه كتابه، وينتقي أحاديثه، يرسم تصوراً إسلامياً للحياة التي على المسلم أن يعيشها. وقد برزت شخصية الإمام الدارمي الأخلاقية في المعاني والرسائل الخفية التي بثها من خلال الآثار المرفوعة والموقوفة في مقدمته، مؤسساً بذلك منظومته الأخلاقية (فِكرُهُ)، والتي قسمتها بعد تحليل موضوعاتها إلى محاور متنوعة. المحور الأول ارتبط بالدوافع النفسية التي تثبت الدعائم الإيمانية لتقبل التشريعات، كالتنفير من العودة إلى أخلاق الجاهلية، وذِكر صفات وأخلاق النبي عليه الصلاة والسلام، لزرع محبته في قلوبنا من جانب، ومن جانب آخر إبراز القدوة الحسنة في حياتنا. والمحور الثاني تكلم عن منشأ الأخلاق الإسلامية والموجه الصحيح لها والذي يتجلى بالمصادر الثابتة في القرآن والسنة. والمحور الثالث أكّد على أهمية العلم الذي يحوط الأخلاق، وبيّن أهمية اتباع العلماء والسير في طريقهم. والرابع تكلم عن النوايا والوجه الداخلي للأخلاق، ووجوب اقتران العلم بالعمل. والخامس حذر فيه من المخالفات الأخلاقية كاتباع الهوى ومخالفة الرسول صلى الله عليه وسلم، ودعا إلى اجتناب البدع. والسادس تحدث عن أخلاقيات أهل العلم. وقد خلص البحث إلى أنه لا يكفي مجرد معرفة القيم الأخلاقية لاكتسابها وترسيخها في النفس، إذ لا بد من محرك عاطفي يدفع باتجاه تلك الإرادة، فحين يأخذ الإنسان على عاتقه واجبات أخلاقية يقحمها في حياته مع الزمن تصبح تلك الأخلاق تدريجياً ميسورة الأداء كالعادات. وإن إغفال الإعداد الروحي الذي يهذب الوجدان ويثير الأشواق إلى الله، ينتج عنه فصل المجتمع الإسلامي عن الشريعة، ويتسبب في إيجاد هوة عميقة تجعل واقع الإنسان منعزلاً عما يلقى إليه من أحكام، فيصبح الناس في طرف، والأحكام في طرف آخر. فمن الخطأ تقرير أحكام إلهية مصدرها الكتاب والسنة دون توجيه المشاعر إلى الله والرسول، لذا عني الدارمي بربط القيم الأخلاقية مع الأحكام بناء على الأحاديث والآثار التي بين يديه. وإن الاعتماد على أسلوب التخويف والترهيب من عذاب الآخرة، أو مجرد تقديم المعلومات عن مزايا الإسلام لا يكفي لتحقيق النتائج المرجوة في توجيهها إلى المثل العليا والقيم الخُلقية. وإن من كمال شريعتنا وجود القدوة المتمثلة بشخص سيدنا محمد صلى الله عليه وسلم، ووجود هذه القدوة يجسد لنا القناعة بأن ما من خُلق دعا إليه الإسلام إلا وهو ممكن التطبيق. وإن أحكام الشريعة إذا افتقرت إلى الأساس الخلقي أصبحت هيكلاً فارغاً من المضمون. وإن علم الأخلاق الإسلامية علم ديني يعتمد على مصادره الثابتة في القرآن والسنة وليس ثمة مجال للتغيير في أحكام الشريعة الإسلامية في مجال الأخلاق. وما قد يحصل من انفلات أخلاقي سببه البعد عن اتباع السنة. وإن العلم يشكل أساساً هاماً من الأسس الأخلاقية وقد أمر الله به قبل القول والعمل. كما أن السلوك الأخلاقي في الإسلام يتصل بالمشاعر الباطنية، لأن العبرة في أي عمل هي النية والباعث عليه. والأخلاق في الإسلام عمل وسلوك وليست مجرد أفكار ونظريات، فليس الغرض الحقيقي هو العلم نظرياً بالقواعد بل تطبيقها. والهوى آفة تعتري المسلم فتصده عن الحق، وتدعوه للشر وتبعده عن الخير، وبالتالي البعد عن الأخلاق والخصال الحميدة.
{"title":"İmam Dârimî’nin Sünen’inde Ahlâkî Yön","authors":"Asmaa AL BOGHA","doi":"10.51605/mesned.1265621","DOIUrl":"https://doi.org/10.51605/mesned.1265621","url":null,"abstract":"يركز البحث على إبراز الجانب الأخلاقي عند الإمام الدارمي في سننه، حيث نظر المحدثون إلى الحديث على أنه المعيار الديني الذي يضبط السلوك الإنساني، فمن خلال الاقتداء برسول الله صلى الله عليه وسلم يبقى المسلم في حال من الوعي الداخلي والضبط السلوكي، وهو ما يؤدي إلى التخلص من العادات السيئة المعرقلة للتقدم الأخلاقي الإنساني، إذ إن المحدث عندما يبوب أبوابه، ويخلل أحكامه كتابه، وينتقي أحاديثه، يرسم تصوراً إسلامياً للحياة التي على المسلم أن يعيشها. وقد برزت شخصية الإمام الدارمي الأخلاقية في المعاني والرسائل الخفية التي بثها من خلال الآثار المرفوعة والموقوفة في مقدمته، مؤسساً بذلك منظومته الأخلاقية (فِكرُهُ)، والتي قسمتها بعد تحليل موضوعاتها إلى محاور متنوعة. المحور الأول ارتبط بالدوافع النفسية التي تثبت الدعائم الإيمانية لتقبل التشريعات، كالتنفير من العودة إلى أخلاق الجاهلية، وذِكر صفات وأخلاق النبي عليه الصلاة والسلام، لزرع محبته في قلوبنا من جانب، ومن جانب آخر إبراز القدوة الحسنة في حياتنا. والمحور الثاني تكلم عن منشأ الأخلاق الإسلامية والموجه الصحيح لها والذي يتجلى بالمصادر الثابتة في القرآن والسنة. والمحور الثالث أكّد على أهمية العلم الذي يحوط الأخلاق، وبيّن أهمية اتباع العلماء والسير في طريقهم. والرابع تكلم عن النوايا والوجه الداخلي للأخلاق، ووجوب اقتران العلم بالعمل. والخامس حذر فيه من المخالفات الأخلاقية كاتباع الهوى ومخالفة الرسول صلى الله عليه وسلم، ودعا إلى اجتناب البدع. والسادس تحدث عن أخلاقيات أهل العلم. وقد خلص البحث إلى أنه لا يكفي مجرد معرفة القيم الأخلاقية لاكتسابها وترسيخها في النفس، إذ لا بد من محرك عاطفي يدفع باتجاه تلك الإرادة، فحين يأخذ الإنسان على عاتقه واجبات أخلاقية يقحمها في حياته مع الزمن تصبح تلك الأخلاق تدريجياً ميسورة الأداء كالعادات. وإن إغفال الإعداد الروحي الذي يهذب الوجدان ويثير الأشواق إلى الله، ينتج عنه فصل المجتمع الإسلامي عن الشريعة، ويتسبب في إيجاد هوة عميقة تجعل واقع الإنسان منعزلاً عما يلقى إليه من أحكام، فيصبح الناس في طرف، والأحكام في طرف آخر. فمن الخطأ تقرير أحكام إلهية مصدرها الكتاب والسنة دون توجيه المشاعر إلى الله والرسول، لذا عني الدارمي بربط القيم الأخلاقية مع الأحكام بناء على الأحاديث والآثار التي بين يديه. وإن الاعتماد على أسلوب التخويف والترهيب من عذاب الآخرة، أو مجرد تقديم المعلومات عن مزايا الإسلام لا يكفي لتحقيق النتائج المرجوة في توجيهها إلى المثل العليا والقيم الخُلقية. وإن من كمال شريعتنا وجود القدوة المتمثلة بشخص سيدنا محمد صلى الله عليه وسلم، ووجود هذه القدوة يجسد لنا القناعة بأن ما من خُلق دعا إليه الإسلام إلا وهو ممكن التطبيق. وإن أحكام الشريعة إذا افتقرت إلى الأساس الخلقي أصبحت هيكلاً فارغاً من المضمون. وإن علم الأخلاق الإسلامية علم ديني يعتمد على مصادره الثابتة في القرآن والسنة وليس ثمة مجال للتغيير في أحكام الشريعة الإسلامية في مجال الأخلاق. وما قد يحصل من انفلات أخلاقي سببه البعد عن اتباع السنة. وإن العلم يشكل أساساً هاماً من الأسس الأخلاقية وقد أمر الله به قبل القول والعمل. كما أن السلوك الأخلاقي في الإسلام يتصل بالمشاعر الباطنية، لأن العبرة في أي عمل هي النية والباعث عليه. والأخلاق في الإسلام عمل وسلوك وليست مجرد أفكار ونظريات، فليس الغرض الحقيقي هو العلم نظرياً بالقواعد بل تطبيقها. والهوى آفة تعتري المسلم فتصده عن الحق، وتدعوه للشر وتبعده عن الخير، وبالتالي البعد عن الأخلاق والخصال الحميدة.","PeriodicalId":139037,"journal":{"name":"Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi","volume":"13 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-06-30","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"130774111","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Nüzûlünden itibaren Kur’ân-ı Kerim tefsirinde her disiplinin ağırlık verdiği bir boyut vardır. Fakihler, Kelâm bilginleri ve İslâm filozofları Kur’ân’ı entelektüel bir yaklaşımla tefsir ederken, Tasavvuf ehlinin temsilcileri ise Kur’ân’ı sezgisel ve duygusal bir yaklaşımla tefsir etmeyi tercih etmişlerdir. Mutasavvıflara göre, Kur’ân ayetlerinin herkes tarafından anlaşılan anlamları olduğu gibi yalnızca nefsini terbiye edip ruhunu arındıranlara açılan sırları da vardır. Kur’ân ayetlerinin zahir anlamlarının dışında ikincil anlam olarak ortaya konulan bu yorumlara işârî tefsir denilir. Bu karakterde tefsir yazanlardan biri de hocası Sülemî (ö. 412/1021)’nin izinden giden Kuşeyrî (ö. 465/1072)’dir. Letâifu’l-işârât adlı tefsiri yazan Kuşeyrî’nin amacı, tasavvuf erbabının şeriatın zahirine aykırı görünen sûfî yorumlarını ehl-i sünnet çerçevesi içine oturtmaktır. Bu yorumların büyük çoğunluğunun şeriatın zahirine aykırılık içermemesi, onun tefsirini ayrıcalıklı kılmış ve emsallerine göre daha çok hüsnü kabul görüp yaygınlaşmasını sağlamıştır. Tasavvufî tefsir yazanların amacı, kâinatta Allah’tan başka her şey bir gölge olduğu için, kendilerini onlardan arındırmak ve hakîki varlık olan Allah’ta yok olmaktır. Bu hedefe ulaşabilmek için kendi nefsi de dahil aile, çoluk-çocuk her şeyden vazgeçmek gerekir. Kuşeyrî, başlattığı bu metotla kendisinden sonra aynı yolu izleyen kimi alimlere de örnek olmuştur. Karahanlılar döneminin müfessir, fakih, muhaddislerinden olan Ömer en-Nesefî de rivayet ve dirayet metotlarını birleştirerek et-Teysîr fi’t-tefsîr adlı eserini kaleme almıştır. Nesefî, tefsirini Mukatil, Ferrâ, Taberî, Zeccâc ve Sâlebî gibi müfessirlerden yaptığı alıntılarla zenginleştir-miştir. Kelâmî meselelerde Hanefî çizgiyi takip eden Mâtüridî’den, tasavvufî konularda ise Kuşeyrî’den işârî nakillerde bulunmuştur. Bu nakillerin Allah’ın fiilleri, kulları üzerindeki tasarrufları, Kur’ân’da insanların ve mü’minlerin özellikleri, iman, ihsan, ihlas ve istikâmetle ilgili ayetlerde yoğunlaştığı görülmektedir. Ayrıca ibadet ve ahkâma dair buyruklar, kıssalar, Hz. Muhammed’e (a.s.) yönelik ayetler, övülen ve yerilen davranışlar aktarılan diğer konular arasındadır. Nesefî, Kuşeyrî’den aktardığı yorumlara çoğunlukla kendi düşüncelerini eklememiştir. Hanefî-Mâtüridî itikadı çerçevesinde ve tasavvufun hoşgörüsüyle bulunduğu coğrafyada yeni yayılmaya başlayan İslâm dinini yöre halkına sevdirmek için tefsirinde bu işârî, sûfî ve zühde dayalı yorumları nakletmiş olmalıdır. Bu çalışmada Letâifu’l-işârât ve et-Teysîr fi’t-tefsîr’den genel hatlarıyla bahsedilmiş, Allah Teâlâ’nın fiilleri, insanlardan yapmasını istediği emirler ve tasavvuf erbabının üzerinde daha fazla durduğu iman, İslâm, ihlas, ihsan ve istikâmet ile ilgili âyetlerden örnekler seçilerek iki eserdeki işâri tefsir yaklaşımı incelenmiştir. Ayrıca peygamberler başta olmak üzere Kur’ân’da insanlara örnek olarak anlatılan kıssalar ve bazı mukatta harflerinin İşârî tefsirine dair Nesefî’nin Kuşeyrî’den akta
{"title":"REFERENCES TO AL-QUSHAYRI IN ET-TEYSÎR Fİ’T-TEFSÎR BY UMAR AL-NASAFI","authors":"Ahmet Nai̇r","doi":"10.51605/mesned.1285887","DOIUrl":"https://doi.org/10.51605/mesned.1285887","url":null,"abstract":"Nüzûlünden itibaren Kur’ân-ı Kerim tefsirinde her disiplinin ağırlık verdiği bir boyut vardır. Fakihler, Kelâm bilginleri ve İslâm filozofları Kur’ân’ı entelektüel bir yaklaşımla tefsir ederken, Tasavvuf ehlinin temsilcileri ise Kur’ân’ı sezgisel ve duygusal bir yaklaşımla tefsir etmeyi tercih etmişlerdir. Mutasavvıflara göre, Kur’ân ayetlerinin herkes tarafından anlaşılan anlamları olduğu gibi yalnızca nefsini terbiye edip ruhunu arındıranlara açılan sırları da vardır. Kur’ân ayetlerinin zahir anlamlarının dışında ikincil anlam olarak ortaya konulan bu yorumlara işârî tefsir denilir. Bu karakterde tefsir yazanlardan biri de hocası Sülemî (ö. 412/1021)’nin izinden giden Kuşeyrî (ö. 465/1072)’dir. Letâifu’l-işârât adlı tefsiri yazan Kuşeyrî’nin amacı, tasavvuf erbabının şeriatın zahirine aykırı görünen sûfî yorumlarını ehl-i sünnet çerçevesi içine oturtmaktır. Bu yorumların büyük çoğunluğunun şeriatın zahirine aykırılık içermemesi, onun tefsirini ayrıcalıklı kılmış ve emsallerine göre daha çok hüsnü kabul görüp yaygınlaşmasını sağlamıştır. Tasavvufî tefsir yazanların amacı, kâinatta Allah’tan başka her şey bir gölge olduğu için, kendilerini onlardan arındırmak ve hakîki varlık olan Allah’ta yok olmaktır. Bu hedefe ulaşabilmek için kendi nefsi de dahil aile, çoluk-çocuk her şeyden vazgeçmek gerekir. Kuşeyrî, başlattığı bu metotla kendisinden sonra aynı yolu izleyen kimi alimlere de örnek olmuştur. Karahanlılar döneminin müfessir, fakih, muhaddislerinden olan Ömer en-Nesefî de rivayet ve dirayet metotlarını birleştirerek et-Teysîr fi’t-tefsîr adlı eserini kaleme almıştır. Nesefî, tefsirini Mukatil, Ferrâ, Taberî, Zeccâc ve Sâlebî gibi müfessirlerden yaptığı alıntılarla zenginleştir-miştir. Kelâmî meselelerde Hanefî çizgiyi takip eden Mâtüridî’den, tasavvufî konularda ise Kuşeyrî’den işârî nakillerde bulunmuştur. Bu nakillerin Allah’ın fiilleri, kulları üzerindeki tasarrufları, Kur’ân’da insanların ve mü’minlerin özellikleri, iman, ihsan, ihlas ve istikâmetle ilgili ayetlerde yoğunlaştığı görülmektedir. Ayrıca ibadet ve ahkâma dair buyruklar, kıssalar, Hz. Muhammed’e (a.s.) yönelik ayetler, övülen ve yerilen davranışlar aktarılan diğer konular arasındadır. Nesefî, Kuşeyrî’den aktardığı yorumlara çoğunlukla kendi düşüncelerini eklememiştir. Hanefî-Mâtüridî itikadı çerçevesinde ve tasavvufun hoşgörüsüyle bulunduğu coğrafyada yeni yayılmaya başlayan İslâm dinini yöre halkına sevdirmek için tefsirinde bu işârî, sûfî ve zühde dayalı yorumları nakletmiş olmalıdır. Bu çalışmada Letâifu’l-işârât ve et-Teysîr fi’t-tefsîr’den genel hatlarıyla bahsedilmiş, Allah Teâlâ’nın fiilleri, insanlardan yapmasını istediği emirler ve tasavvuf erbabının üzerinde daha fazla durduğu iman, İslâm, ihlas, ihsan ve istikâmet ile ilgili âyetlerden örnekler seçilerek iki eserdeki işâri tefsir yaklaşımı incelenmiştir. Ayrıca peygamberler başta olmak üzere Kur’ân’da insanlara örnek olarak anlatılan kıssalar ve bazı mukatta harflerinin İşârî tefsirine dair Nesefî’nin Kuşeyrî’den akta","PeriodicalId":139037,"journal":{"name":"Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi","volume":"79 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-06-30","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"125102222","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
İslâm düşünce tarihinde “varlık” meselesine dair ortaya atılan görüşlerden birisi vahdet-i vücûd anlayışı olup bu hususta İbnü’l-Arabî’ye büyük önem atfedilmiştir. İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûda dair ifadelerinin manevî sarhoşluk halinde söylendiği kabul edilerek söz konusu ifadelere İslâm’ın esasları istikametinde tevil getirilmekle birlikte bazen onu tekfire kadar varan eleştiriler de yapılmıştır. Bu makalede ise; “İbnü’l-Arabî’nin seyr ü sülûkte üst makamlara çıkıp keşif yoluyla daha net bilgilere ulaşmasından sonra vahdet-i vücûd anlayışından uzaklaştığı” yönündeki farklı yaklaşım incelenmeye çalışılmıştır. İbnü’l-Arabî’nin bazı ifadelerinden anlaşılan zahirî mana vahdet-i vücûd istikametinde olduğu için söz konusu cümleleri manevî sarhoşluk halinde söylendiğine dikkat çekilerek bu halin geçmesinin akabinde yapılan açıklamaların esas alınması gerektiği şeklindeki yaklaşımın genel kabul gördüğü ifade edilebilir. İbnü’l-Arabî’nin varlık ve Allah-âlem ilişkisi bağlamında yer alan ifadelerine bakıldığında onun zaman zaman farklı cümleler kullandığı, muhtemelen seyr ü sülûkteki mertebesinin değişmesinden dolayı bazen birbiriyle tezat teşkil eden ibarelere yer verdiği görülür. İbnü’l-Arabî, çoğu zaman tasavvufa dair eserlerin genelinde olduğu gibi manaları pek açık olmayan ve herkes tarafından pek bilinmeyen ıstılahları kullanmıştır. O, zahiren bakıldığından manası açık olmayan bir takım rumuzlu ifadelerle sırların inceliklerini ve nuranî ilimlerin ziyalarını yazdığını açıklayıp bunu dua ve münacatların daha içten olması için yaptığını belirtmiştir. İbnü’l-Arabî ayrıca tasavvuftan nasibi olmayan ya da onu inkâr eden zahir âlimlerin kötü sözlerine mani olmak için ilâhî manaları örtülü bir şekilde satıra döktüğünü de ifade etmiştir. Bu durumun, İbnü’l-Arabî’nin bazı görüşlerinin yanlış anlaşılmasında ya yeterli derecede anlaşılamamasında önemli etkisinin olduğu söylenebilir. İbnü’l-Arabî’nin bazı ifadelerinden anlaşılan zahirî mana vahdet-i vücûd istikametinde olduğu için söz konusu cümlelerin manevî sarhoşluk halinde söylendiğine dikkat çekilerek bu halin geçmesinde sonra yapılan açıklamaların esas alınması gerektiği şeklindeki yaklaşım genel kabul görmüştür. Bununla birlikte İbnü’l-Arabî’nin pek çok saliki gibi, seyr ü sülûkte ilerleyince sahip olduğu keşif sayesinde önceki bilgilerinin bir kısmının değişmesi mümkün olduğundan vahdet-i vücûd anlayışından rücu etmesi de mümkündür. Zira İbnü’l-Arabî ve yakın çevresi vahdet-i vücûd düşüncesinin savunucuları gibi gösterilse de aslında onlar, vahdet-i vücûd ifadesini metafizik bir terim olarak kullanmamışlar, kullananlar ise o terim ile “Varlığın hepsini Allah görme” gibi bir manayı kastetmemişlerdir. Söz gelimi İbnü’l-Arabî’nin hayatının son döneminde onunla beraber olması sebebiyle onun zaman zaman tashih ettiği görüşlerinin en son halini bilme imkânına sahip olan Sadreddin Konevî, vahdet-i vücûd tabirine sadece sözlük manasında yer vermiş ve Hâlık ile mahlûku aynı kabul eden bir terim ya da anlayış
{"title":"İbnü’l-‘Arabî’nin Vahdet-i Vücutçuluğuna Eleştirel Bir Yaklaşım","authors":"H. Gümüşoğlu","doi":"10.51605/mesned.1265638","DOIUrl":"https://doi.org/10.51605/mesned.1265638","url":null,"abstract":"İslâm düşünce tarihinde “varlık” meselesine dair ortaya atılan görüşlerden birisi vahdet-i vücûd anlayışı olup bu hususta İbnü’l-Arabî’ye büyük önem atfedilmiştir. İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûda dair ifadelerinin manevî sarhoşluk halinde söylendiği kabul edilerek söz konusu ifadelere İslâm’ın esasları istikametinde tevil getirilmekle birlikte bazen onu tekfire kadar varan eleştiriler de yapılmıştır. Bu makalede ise; “İbnü’l-Arabî’nin seyr ü sülûkte üst makamlara çıkıp keşif yoluyla daha net bilgilere ulaşmasından sonra vahdet-i vücûd anlayışından uzaklaştığı” yönündeki farklı yaklaşım incelenmeye çalışılmıştır. İbnü’l-Arabî’nin bazı ifadelerinden anlaşılan zahirî mana vahdet-i vücûd istikametinde olduğu için söz konusu cümleleri manevî sarhoşluk halinde söylendiğine dikkat çekilerek bu halin geçmesinin akabinde yapılan açıklamaların esas alınması gerektiği şeklindeki yaklaşımın genel kabul gördüğü ifade edilebilir. İbnü’l-Arabî’nin varlık ve Allah-âlem ilişkisi bağlamında yer alan ifadelerine bakıldığında onun zaman zaman farklı cümleler kullandığı, muhtemelen seyr ü sülûkteki mertebesinin değişmesinden dolayı bazen birbiriyle tezat teşkil eden ibarelere yer verdiği görülür. İbnü’l-Arabî, çoğu zaman tasavvufa dair eserlerin genelinde olduğu gibi manaları pek açık olmayan ve herkes tarafından pek bilinmeyen ıstılahları kullanmıştır. O, zahiren bakıldığından manası açık olmayan bir takım rumuzlu ifadelerle sırların inceliklerini ve nuranî ilimlerin ziyalarını yazdığını açıklayıp bunu dua ve münacatların daha içten olması için yaptığını belirtmiştir. İbnü’l-Arabî ayrıca tasavvuftan nasibi olmayan ya da onu inkâr eden zahir âlimlerin kötü sözlerine mani olmak için ilâhî manaları örtülü bir şekilde satıra döktüğünü de ifade etmiştir. Bu durumun, İbnü’l-Arabî’nin bazı görüşlerinin yanlış anlaşılmasında ya yeterli derecede anlaşılamamasında önemli etkisinin olduğu söylenebilir. İbnü’l-Arabî’nin bazı ifadelerinden anlaşılan zahirî mana vahdet-i vücûd istikametinde olduğu için söz konusu cümlelerin manevî sarhoşluk halinde söylendiğine dikkat çekilerek bu halin geçmesinde sonra yapılan açıklamaların esas alınması gerektiği şeklindeki yaklaşım genel kabul görmüştür. Bununla birlikte İbnü’l-Arabî’nin pek çok saliki gibi, seyr ü sülûkte ilerleyince sahip olduğu keşif sayesinde önceki bilgilerinin bir kısmının değişmesi mümkün olduğundan vahdet-i vücûd anlayışından rücu etmesi de mümkündür. Zira İbnü’l-Arabî ve yakın çevresi vahdet-i vücûd düşüncesinin savunucuları gibi gösterilse de aslında onlar, vahdet-i vücûd ifadesini metafizik bir terim olarak kullanmamışlar, kullananlar ise o terim ile “Varlığın hepsini Allah görme” gibi bir manayı kastetmemişlerdir. Söz gelimi İbnü’l-Arabî’nin hayatının son döneminde onunla beraber olması sebebiyle onun zaman zaman tashih ettiği görüşlerinin en son halini bilme imkânına sahip olan Sadreddin Konevî, vahdet-i vücûd tabirine sadece sözlük manasında yer vermiş ve Hâlık ile mahlûku aynı kabul eden bir terim ya da anlayış","PeriodicalId":139037,"journal":{"name":"Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi","volume":"34 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-06-30","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"115974120","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Öz: Aliya İzzetbegoviç (1925-2003) Müslüman Boşnakların bir lideri olarak tarihe geçmiş, hem kendi ülkesinin hem de İslam dünyasının örnek bir devlet, bir fikir adamı olarak gördüğü önemli kişilerden biridir. İzzetbegoviç’in yaşadığı Bosna-Hersek, Osmanlı devletinin Avrupa’nın orta yerinde bıraktığı, Osmanlı’nın izlerini taşıyan Balkan coğrafyasında bir ülkedir. Bu coğrafya ve halkı 2. Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında bölgede komünizmin baskın ideolojik, siyasi bir rejim haline gelmesi ve uzun süre farklı inançların yaşanılmasının önünde engeller koyması nedeniyle sindirilmiş ve öz değerlerinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Bu süreçte İzzetbegoviç, Boşnakların İslam medeniyetine ait dinamikleri içinde yaşadığı toplumda ayakta tutmaya çalışmış, toplumsal yozlaşmanın oluşmaması konusunda ciddi mücadeleler vermiş ve dahi bunu için maddi, manevi bedeller ödemiş bir fikir, bir aksiyon adamıdır. Boşnak halkın, genel olarak da Balkan halklarının karşı karşıya kaldığı siyasi, sosyal sorunlara yönelik verdiği mücadelede önderlik yapmış ve arkadaşlarıyla birlikte kurdukları Genç Müslümanlar Hareketi (Mladi Muslümani) aracılığıyla demokratik yollarla mücadele etmeye çalışmıştır. Örgütsel anlamda giriştiği çalışmalara henüz lise çağlarında,16 yaşındayken başlamış, eğitimine hukuk öğrencisi olarak devam ederken ve avukatlık mesleğini icra ederken de toplumsal sorunlara duyarsız kalmamış, bundan dolayı da sürekli bir aksiyon içerisinde olmuştur. Aliya’nın teşkilatçı yönü arkadaşlarıyla kurduğu Genç Müslümanlar Hareketi ile sınırlı kalmamış, 65 yaşlarındayken (1990) Demokratik Eylem Partisini kurmuş ve Yugoslavya Federasyonu’nun yedi üyesinden biri olan Bosna Hersek’te yapılan ilk seçimde Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Siyasi çevrelerce siyasi kimliğiyle tanınan İzzetbegoviç’in sadece siyasi bir aktör değildi, aynı zamanda birçok konuda ortaya koyduğu fikirleriyle bir filozof, bir aktivist, bir sosyolog, bir yazardı. Güçlü ve şahsiyetli duruşu ve kişiliğiyle Aliya İzzetbegoviç İslam dünyasının her kesimden insanları için bir model olmuş, özellikle, İslami dini anlayışıyla, siyaset sosyolojisi, din sosyolojisi, toplum sosyolojisine dair fikirleriyle dünya Müslümanları arasında örnek bir kişilik olarak tanınmaktadır. Entelektüel ve sosyal çalışmalarıyla bir bireyin, toplumun var olma amacına dair fikirleriyle dünyaya bir mesaj bırakma çabası içerisinde olan İzzetbegoviç’in göze çarpan özelliklerinden biri de İslam coğrafyalarındaki toplumsal meseleler ve dine dair ortaya konulan yanlış modellere itiraz edişidir. Yazdığı kitaplarında ve beyanlarında bu yanlışlıklara farklı perdelerde ortaya koyduğu görüşleriyle değinen ve alternatifler sunan İzzetbeoviç toplumsal ilişkileri, değerleri İslami bir bakış açısıyla din-ahlak ilişki düzleminde ele aldığı görülmektedir. Sosyal hayatın her kesitine dair olan görüşlerinin teolojik temelli olduğunu gördüğümüz Aliya İzzetbegoviç, hayat felsefesinin merkezine ‘ahlak’ olgusunu koymaktadır. Din-ahlak aras
{"title":"Aliya İzzetbegoviç’in “Din-Ahlak” Fenomenlerine Ontolojik Yaklaşımı","authors":"H. Toman","doi":"10.51605/mesned.1262646","DOIUrl":"https://doi.org/10.51605/mesned.1262646","url":null,"abstract":"Öz: Aliya İzzetbegoviç (1925-2003) Müslüman Boşnakların bir lideri olarak tarihe geçmiş, hem kendi ülkesinin hem de İslam dünyasının örnek bir devlet, bir fikir adamı olarak gördüğü önemli kişilerden biridir. İzzetbegoviç’in yaşadığı Bosna-Hersek, Osmanlı devletinin Avrupa’nın orta yerinde bıraktığı, Osmanlı’nın izlerini taşıyan Balkan coğrafyasında bir ülkedir. Bu coğrafya ve halkı 2. Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında bölgede komünizmin baskın ideolojik, siyasi bir rejim haline gelmesi ve uzun süre farklı inançların yaşanılmasının önünde engeller koyması nedeniyle sindirilmiş ve öz değerlerinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Bu süreçte İzzetbegoviç, Boşnakların İslam medeniyetine ait dinamikleri içinde yaşadığı toplumda ayakta tutmaya çalışmış, toplumsal yozlaşmanın oluşmaması konusunda ciddi mücadeleler vermiş ve dahi bunu için maddi, manevi bedeller ödemiş bir fikir, bir aksiyon adamıdır. Boşnak halkın, genel olarak da Balkan halklarının karşı karşıya kaldığı siyasi, sosyal sorunlara yönelik verdiği mücadelede önderlik yapmış ve arkadaşlarıyla birlikte kurdukları Genç Müslümanlar Hareketi (Mladi Muslümani) aracılığıyla demokratik yollarla mücadele etmeye çalışmıştır. Örgütsel anlamda giriştiği çalışmalara henüz lise çağlarında,16 yaşındayken başlamış, eğitimine hukuk öğrencisi olarak devam ederken ve avukatlık mesleğini icra ederken de toplumsal sorunlara duyarsız kalmamış, bundan dolayı da sürekli bir aksiyon içerisinde olmuştur. Aliya’nın teşkilatçı yönü arkadaşlarıyla kurduğu Genç Müslümanlar Hareketi ile sınırlı kalmamış, 65 yaşlarındayken (1990) Demokratik Eylem Partisini kurmuş ve Yugoslavya Federasyonu’nun yedi üyesinden biri olan Bosna Hersek’te yapılan ilk seçimde Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Siyasi çevrelerce siyasi kimliğiyle tanınan İzzetbegoviç’in sadece siyasi bir aktör değildi, aynı zamanda birçok konuda ortaya koyduğu fikirleriyle bir filozof, bir aktivist, bir sosyolog, bir yazardı. Güçlü ve şahsiyetli duruşu ve kişiliğiyle Aliya İzzetbegoviç İslam dünyasının her kesimden insanları için bir model olmuş, özellikle, İslami dini anlayışıyla, siyaset sosyolojisi, din sosyolojisi, toplum sosyolojisine dair fikirleriyle dünya Müslümanları arasında örnek bir kişilik olarak tanınmaktadır. Entelektüel ve sosyal çalışmalarıyla bir bireyin, toplumun var olma amacına dair fikirleriyle dünyaya bir mesaj bırakma çabası içerisinde olan İzzetbegoviç’in göze çarpan özelliklerinden biri de İslam coğrafyalarındaki toplumsal meseleler ve dine dair ortaya konulan yanlış modellere itiraz edişidir. Yazdığı kitaplarında ve beyanlarında bu yanlışlıklara farklı perdelerde ortaya koyduğu görüşleriyle değinen ve alternatifler sunan İzzetbeoviç toplumsal ilişkileri, değerleri İslami bir bakış açısıyla din-ahlak ilişki düzleminde ele aldığı görülmektedir. Sosyal hayatın her kesitine dair olan görüşlerinin teolojik temelli olduğunu gördüğümüz Aliya İzzetbegoviç, hayat felsefesinin merkezine ‘ahlak’ olgusunu koymaktadır. Din-ahlak aras","PeriodicalId":139037,"journal":{"name":"Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi","volume":"219 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-06-30","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"133880303","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
İmam Şâfiî (ö. 204/820), kaleme aldığı ilk usul eseri olan er-Risâle’de ilmî üslûpla birlikte cedelî üslûp da kullanmıştır. Yaptığı cedellerin bir kısmı sanal, diğer bir kısmı da reeldir. Sanal cedellerde olduğu gibi reel cedellerde de muarızlarının isimlerini anmamıştır. Bu sebeple tartıştığı bazı konuların muhatapları belli iken, bazılarının muhatabı tam belli olmayıp ilmî çevrelerce tartışılmaktadır. Nitekim İmam Şâfiî’nin bu münazaraları sadece devrin fıkıhçılarıyla mı yaptığı, yoksa hem onlarla hem de diğer itikadî fırkalarla da mı yaptığı tartışılmakta ve bu hususta farklı değerlendirmeler yapılmaktadır. er-Risâle’de yapılan ve muarızları tam olarak belli olmayan tartışmalardan biri ve de en önemlisi hadis, daha genel ifadesiyle sünnet etrafında yaşanan tartışmadır. Sünnete dair yapılan münazaralardan anlaşıldığı üzere er-Risâle’nin telif edildiği çağda bazı gruplar sünneti tümüyle reddederken, bazıları da Kur’an’a uymayan hadisleri reddetmiştir. Diğer bazıları ise haber-i vâhidin dinî bilgi için bir değer taşımadığını savunup ne itikadî ne fıkhî konularda dikkate almamıştır. Mezhep imamları, âhâd haberlere göre amel etmenin gerekli olduğu hususunda fikir birliği içindedir. Ancak Şâfiî’nin değerlendirmelerine göre bazı âlimler, bu haberlere bölgesel başta olmak üzere faklı bir takım perspektiflerle yaklaşarak, çeşitli açılardan tenkit etmiş ve bazı şartlarda onlarla amel etmemiştir. Doktrin içinden gelen zayıf rivâyetler ile doktrinlerine öncülük eden sahabe veya imamların uygulamalarını dikkate alırken, doktrin içinden gelmeyen birçok sahih hadisi amel dışı bırakmıştır. Mamafih daha önceki bir uygulamaya aykırı olarak ortaya çıkan haber-i vâhidi de reddetmişlerdir. Erken dönemlerde hadislere böyle farklı şekillerde yaklaşılmasının bir nedeni, fıkıh alanında faaliyet gösteren bilginlerin elinde sınırları belli ve ilmî kriterlerle ortaya konulmuş bir teâruz-tercih yönteminin bulunmamasıdır. Öyle ki, bazı araştırmacılara göre ihtilaf/teâruz sorununa yaklaşım bir takım ön görüleri ve sezgiyi geçemiyordu. er-Risâle’de, sünnetin değer ve anlaşılma usulüne dair ortaya atılan ve aynı vakit devrin sıcak gündeminin en hararetli tartışmalarını teşkil eden bu düşünceler tartışılmış ve ilmî yanıtlarla en doğru düşünce ortaya koymak için çalışılmıştır. Bu husustaki ilmî yetersizliğin farkında olan İmam Şâfiî, öncelikle bir teâruz ve tercih yöntemini kurup hem teorik hem de pratik boyutlarıyla somutlaştırmaya çalışmıştır. İhtilafı gidermeye dair hadisin içerdiği illet, hikmet, gaye, ruhsat ile hadisin varit olduğu şart, münasebet ve ilgili ortamı dikkate alma gibi hususları da ihtiva eden sekiz üst kriter belirlemiştir. Kurulan usul ve ihtilaf sitemiyle sünnetin nasıl anlaşılması gerektiği fıkıhçılara kavratılıp başarılı sonuçlar doğurduğunu ve eski mesaiyi klasikleşmiş bazı görüşlerini tekrar gözden geçirmeye sevk ettiğini, bazı fıkıh araştırmacıları delilleriyle ortaya koymuştur. İmam Şâfiî, tartışmalarında muarızlarının ismini anmadığından bu tartışma
{"title":"er-Risâle’deki İsimsiz Muhaliflerin Tespiti ve İmam Şâfiî’nin Onlara Yönelik Eleştirileri - Sünnet'in Hucciyeti Bağlamında","authors":"Mehmet Sayğin","doi":"10.51605/mesned.1183531","DOIUrl":"https://doi.org/10.51605/mesned.1183531","url":null,"abstract":"İmam Şâfiî (ö. 204/820), kaleme aldığı ilk usul eseri olan er-Risâle’de ilmî üslûpla birlikte cedelî üslûp da kullanmıştır. Yaptığı cedellerin bir kısmı sanal, diğer bir kısmı da reeldir. Sanal cedellerde olduğu gibi reel cedellerde de muarızlarının isimlerini anmamıştır. Bu sebeple tartıştığı bazı konuların muhatapları belli iken, bazılarının muhatabı tam belli olmayıp ilmî çevrelerce tartışılmaktadır. Nitekim İmam Şâfiî’nin bu münazaraları sadece devrin fıkıhçılarıyla mı yaptığı, yoksa hem onlarla hem de diğer itikadî fırkalarla da mı yaptığı tartışılmakta ve bu hususta farklı değerlendirmeler yapılmaktadır. er-Risâle’de yapılan ve muarızları tam olarak belli olmayan tartışmalardan biri ve de en önemlisi hadis, daha genel ifadesiyle sünnet etrafında yaşanan tartışmadır. Sünnete dair yapılan münazaralardan anlaşıldığı üzere er-Risâle’nin telif edildiği çağda bazı gruplar sünneti tümüyle reddederken, bazıları da Kur’an’a uymayan hadisleri reddetmiştir. Diğer bazıları ise haber-i vâhidin dinî bilgi için bir değer taşımadığını savunup ne itikadî ne fıkhî konularda dikkate almamıştır. Mezhep imamları, âhâd haberlere göre amel etmenin gerekli olduğu hususunda fikir birliği içindedir. Ancak Şâfiî’nin değerlendirmelerine göre bazı âlimler, bu haberlere bölgesel başta olmak üzere faklı bir takım perspektiflerle yaklaşarak, çeşitli açılardan tenkit etmiş ve bazı şartlarda onlarla amel etmemiştir. Doktrin içinden gelen zayıf rivâyetler ile doktrinlerine öncülük eden sahabe veya imamların uygulamalarını dikkate alırken, doktrin içinden gelmeyen birçok sahih hadisi amel dışı bırakmıştır. Mamafih daha önceki bir uygulamaya aykırı olarak ortaya çıkan haber-i vâhidi de reddetmişlerdir. Erken dönemlerde hadislere böyle farklı şekillerde yaklaşılmasının bir nedeni, fıkıh alanında faaliyet gösteren bilginlerin elinde sınırları belli ve ilmî kriterlerle ortaya konulmuş bir teâruz-tercih yönteminin bulunmamasıdır. Öyle ki, bazı araştırmacılara göre ihtilaf/teâruz sorununa yaklaşım bir takım ön görüleri ve sezgiyi geçemiyordu. er-Risâle’de, sünnetin değer ve anlaşılma usulüne dair ortaya atılan ve aynı vakit devrin sıcak gündeminin en hararetli tartışmalarını teşkil eden bu düşünceler tartışılmış ve ilmî yanıtlarla en doğru düşünce ortaya koymak için çalışılmıştır. Bu husustaki ilmî yetersizliğin farkında olan İmam Şâfiî, öncelikle bir teâruz ve tercih yöntemini kurup hem teorik hem de pratik boyutlarıyla somutlaştırmaya çalışmıştır. İhtilafı gidermeye dair hadisin içerdiği illet, hikmet, gaye, ruhsat ile hadisin varit olduğu şart, münasebet ve ilgili ortamı dikkate alma gibi hususları da ihtiva eden sekiz üst kriter belirlemiştir. Kurulan usul ve ihtilaf sitemiyle sünnetin nasıl anlaşılması gerektiği fıkıhçılara kavratılıp başarılı sonuçlar doğurduğunu ve eski mesaiyi klasikleşmiş bazı görüşlerini tekrar gözden geçirmeye sevk ettiğini, bazı fıkıh araştırmacıları delilleriyle ortaya koymuştur. İmam Şâfiî, tartışmalarında muarızlarının ismini anmadığından bu tartışma","PeriodicalId":139037,"journal":{"name":"Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi","volume":"1 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2022-12-19","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"129854125","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Öz: İnsanın normal standartlarda yaşaması için en başta yeme içmeye ihtiyacı vardır. Bu onun en doğal hakkıdır. Nitekim Allah, beslensin diye insana sayı-sız derecede gıda ve nimetler vermiştir (İbrâhim, 14/34; Nahl, 16/18). Allah, söz konusu nimetlerin tüketilme prensiplerini de belirlemiş; kendisine verilen maldan akrabaya, yoksula, yolcuya, çaresiz kalana hakkını vermesini istemiş ama gereksiz yere saçıp savurmasını yasaklamıştır (İsrâ, 17/26). Allah, hedonik tüketim boyutunda harcama yapanların davranışını şeytanın hareketiyle öz-deş kabul etmiş ve onları “şeytanların dostları”, “şeytanların kardeşleri” diye nitelemiştir. Her dönemde aşırı tüketenler olduğu gibi modernleşen toplu-mumuzda özendiren reklamların etkisiyle tüketimi mutluluk aracı gibi gören kişilerin sayısı sürekli artmaktadır. Yersiz yapılan tüketim, birçok aileyi eko-nomik krize sokmaktadır. Bu nedenle Allah gerek bireysel gerekse toplumsal düzeyde olası krizlerin baş göstermemesi için, harcamaların savurganlık ve cimrilikten uzak olmasını tavsiye etmiştir (Furkân, 25/67). Tüketim alanını sadece yeme içme ile sınırlandırmak yanlış olur. Yeme içmenin yanında giyim kuşam, ev araç gereçleri, günlük kullanılan telefon ve diğer teknolojik aletler, bu kapsamda ele alınmalıdır. Günümüzde tüketim piyasası, normal yaşamın devamı ve sürdürülmesi için gerekenin çok ötesine geçtiği söylenebilir. Bunda gerek ulusal gerekse uluslararası reklam ajansları ve modaevlerinin büyük bir etkisi bulunmaktadır. Kimi zaman yazılı ve görsel medyada bazı insanların, yüklü miktarda çarşı pazara çıktıkları, yanındaki bütün meblağı harcamadıkça rahat etmedikleri itirafını okuyor, görüyoruz. Tebzîr başka bir ifadeyle savurganlık, sadece içinde yaşadığımız top-lumun sorunu değildir. Geçmiş toplumlarda da farklı oranlarda kendini gös-termiştir. Ama bugünün savurganlığı, neredeyse zirveye çıkmıştır. Bu nedenle hem geçmişte hem günümüzde bütün kutsal metinlerde israfın olumsuzluğu ve getirdiği olası sonuçlar konusunda uyarılar vardır. Tüketim olayında özentinin, başkasını taklit etmenin de büyük bir et-kisi vardır. Toplumdaki tüketim lüksüne sahip bazı kimselerin, çevrelerindeki birçok kişiyi psikolojik olarak etkiledikleri bir realitedir. Örneğin Kur’ân, sa-vurganlıkla ilgili bazı uyarılarda bulunduğu kadar, bu konuda Eski Mısır top-lumunda zengin olan Kârûn’dan, onun haşmet ve görkeminden söz etmiştir. Nitekim daha sonra onun zenginliğine “Kârûn hazineleri” diye vurgu yapıl-mıştır. Kur’ân, bütün mal varlığıyla Firavun’un en büyük destekçisi olan Kârûn’un, en pahalı elbiseler içinde insanların karşısına çıktığını; dünya haya-tına düşkün, lüks yaşamak isteyenlerin ona son derece imrendiğini, onun ye-rinde olmaya can attıklarını haber vermiştir. (Kasas, 28/79). Kur’ân’ın, israfla ilgili gündeme getirdiği bu tablo, bireysel gösteriş, görkem ve haşmetin, lüks ve refah içindeki yaşantının, birçok insanı psikolojik olarak etkilediğine dair canlı bir örnek sayılabilir. Günümüz tüketim mantalitesinin değiştiği, d
{"title":"Kur’an Perspektifinden Savurganlığın Toplumsal Hayattaki Yansımalarına Dair Bir Analiz","authors":"Hacı Çi̇çek","doi":"10.51605/mesned.1203570","DOIUrl":"https://doi.org/10.51605/mesned.1203570","url":null,"abstract":"Öz: \u0000İnsanın normal standartlarda yaşaması için en başta yeme içmeye ihtiyacı vardır. Bu onun en doğal hakkıdır. Nitekim Allah, beslensin diye insana sayı-sız derecede gıda ve nimetler vermiştir (İbrâhim, 14/34; Nahl, 16/18). Allah, söz konusu nimetlerin tüketilme prensiplerini de belirlemiş; kendisine verilen maldan akrabaya, yoksula, yolcuya, çaresiz kalana hakkını vermesini istemiş ama gereksiz yere saçıp savurmasını yasaklamıştır (İsrâ, 17/26). Allah, hedonik tüketim boyutunda harcama yapanların davranışını şeytanın hareketiyle öz-deş kabul etmiş ve onları “şeytanların dostları”, “şeytanların kardeşleri” diye nitelemiştir. Her dönemde aşırı tüketenler olduğu gibi modernleşen toplu-mumuzda özendiren reklamların etkisiyle tüketimi mutluluk aracı gibi gören kişilerin sayısı sürekli artmaktadır. Yersiz yapılan tüketim, birçok aileyi eko-nomik krize sokmaktadır. Bu nedenle Allah gerek bireysel gerekse toplumsal düzeyde olası krizlerin baş göstermemesi için, harcamaların savurganlık ve cimrilikten uzak olmasını tavsiye etmiştir (Furkân, 25/67). \u0000 Tüketim alanını sadece yeme içme ile sınırlandırmak yanlış olur. Yeme içmenin yanında giyim kuşam, ev araç gereçleri, günlük kullanılan telefon ve diğer teknolojik aletler, bu kapsamda ele alınmalıdır. Günümüzde tüketim piyasası, normal yaşamın devamı ve sürdürülmesi için gerekenin çok ötesine geçtiği söylenebilir. Bunda gerek ulusal gerekse uluslararası reklam ajansları ve modaevlerinin büyük bir etkisi bulunmaktadır. Kimi zaman yazılı ve görsel medyada bazı insanların, yüklü miktarda çarşı pazara çıktıkları, yanındaki bütün meblağı harcamadıkça rahat etmedikleri itirafını okuyor, görüyoruz. \u0000Tebzîr başka bir ifadeyle savurganlık, sadece içinde yaşadığımız top-lumun sorunu değildir. Geçmiş toplumlarda da farklı oranlarda kendini gös-termiştir. Ama bugünün savurganlığı, neredeyse zirveye çıkmıştır. Bu nedenle hem geçmişte hem günümüzde bütün kutsal metinlerde israfın olumsuzluğu ve getirdiği olası sonuçlar konusunda uyarılar vardır. \u0000Tüketim olayında özentinin, başkasını taklit etmenin de büyük bir et-kisi vardır. Toplumdaki tüketim lüksüne sahip bazı kimselerin, çevrelerindeki birçok kişiyi psikolojik olarak etkiledikleri bir realitedir. Örneğin Kur’ân, sa-vurganlıkla ilgili bazı uyarılarda bulunduğu kadar, bu konuda Eski Mısır top-lumunda zengin olan Kârûn’dan, onun haşmet ve görkeminden söz etmiştir. Nitekim daha sonra onun zenginliğine “Kârûn hazineleri” diye vurgu yapıl-mıştır. Kur’ân, bütün mal varlığıyla Firavun’un en büyük destekçisi olan Kârûn’un, en pahalı elbiseler içinde insanların karşısına çıktığını; dünya haya-tına düşkün, lüks yaşamak isteyenlerin ona son derece imrendiğini, onun ye-rinde olmaya can attıklarını haber vermiştir. (Kasas, 28/79). Kur’ân’ın, israfla ilgili gündeme getirdiği bu tablo, bireysel gösteriş, görkem ve haşmetin, lüks ve refah içindeki yaşantının, birçok insanı psikolojik olarak etkilediğine dair canlı bir örnek sayılabilir. \u0000Günümüz tüketim mantalitesinin değiştiği, d","PeriodicalId":139037,"journal":{"name":"Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi","volume":"37 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2022-12-17","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"121174260","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Şâz kıraatler tarih boyunca birçok farklı biçimde tanımlanmıştır. Bu kıraatler hakkında yapılan tanımlardan biri de Kur’ân’ın yaygın tanımı çerçevesinde geliştirilmiştir. Daha çok usulcüler tarafından dillendirilen “Kur’ân, yedi harf üzere, mushafın iki kapağı arasında, mütevâtir olarak gelmiştir.” şeklindeki yaygın tanıma göre, bu vasıfları taşımayan kıraatler şâzdır. Böylece söz konusu âlimler Kur’ân’ın tanımı üzerinden şâz kıraatlerin mahiyetini anlamlandırdıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca söz konusu usulcüler tarafından Kur’ân’a yönelik birçok tanımın yapıldığını, birbiriyle örtüşen bu tanımlardan en yaygın ve kapsayıcı olanının yukarıda aktarılan yaklaşım olduğunu belirtmek gerekir. Aktarılan tanımdan da anlaşılacağı gibi, âlimlerin mevzubahis tanımda birleştikleri hususlar genellikle Kur’ân’ın “iki kapak arasında bulunma” ve “mütevâtir olma” özellikleridir. Bu durumda Kur’ân’ın tanımında mezkûr iki niteliği taşımayan kıraatlerin şâz addedilerek reddedilmeleri öngörülmektedir. Bu özelliklerden hareketle çalışmada, söz konusu iki madde karşısında konumlandırılan şâz kıraatlerin Kur’âniyet vasıflarının detaylı analizi yapılmıştır. Buna bağlı olarak çalışmanın amacı, bahsi geçen iki unsurun şâz kıraatlerin mahiyeti açısından belirleyici olup olmadıklarını çözmeye çalışmaktır. Söz konusu tanımlarda “دَفّتين” (deffeteyn) şeklinde geçen ve Arapçada Kur’ân’ın iki kapağı için kullanıldığı anlaşılan bu tabir, Hz. Osman zamanında teksir faaliyetiyle ortaya çıkan mushafların kapaklarını ifade etmektedir. Dolayısıyla bu ifade, bahsi geçen mushafların her birine serpiştirilmiş makbûl kıraatlerin tamamını kapsamış olmalıdır. Ancak belirtmek gerekir ki, mevzubahis mushafların kapakları dışındaki tüm kıraatlerin merdûd anlamıyla şaz oldukları iddia edilemez. Zira mushafın iki kapağı dışında kalıp yazıya aktarılamayan (imâle, işmâm, tağlîz vb.) sahîh kıraatler bulunmaktadır. Bu durumda yazıya geçirilemeyen bu sahih kıraatler, üç şartı yerinde olup yeterli seviyede şöhret bulamayan şâz kıraatler ve mevzû ile müdrec mahiyetini haiz merdûdların hepsi aynı statüde değerlendirilecektir. Hâsılı Kur’ân’ın tanımında geçen iki kapak kaydı Kur’ân için bile asli bir mahiyet tanımı taşımadığı, arızî bir durum olduğu, böylece şâz kıraatleri reddetmek için yeterli bir argüman olmadığı belirtilmelidir. Nitekim kimi araştırmacılara göre Kur’ân’ın tanımında yer alan “iki kapak” kaydı ile Kur’an’ın zâtî sıfatı değil arazının kastedilmesi gerektiği öngörülmektedir. Mevzubahis Kur’ân tanımında yer alan “deffeteyn” gibi “tevâtür” vurgusunun da şâz kıraatlerin Kur’âniyeti konusunu işleyen birçok âlimin temel hareket noktası olduğu müşahede edilmiştir. Zira onlara göre âhâd olması sebebiyle şâz kıraatler, Kur’ân’ın tanımında bulunan tevâtürlük unsurunu taşımazlar. Bu yaklaşıma göre söz konusu tevâtürlük olgusunu barındırmayan tüm âhâd kıraatler şâz kabilinden değerlendirilir. Ne var ki bir kıraatin âhâd olması onun sahîh kıraatlerin çerçevesinden çıkarılmasına sebep olmaz. Çünkü s
{"title":"Kur’ân’ın Yaygın Tanımı Açısından Şâz Kıraatin Değeri","authors":"Mehmet Maşuk Acar","doi":"10.51605/mesned.1201963","DOIUrl":"https://doi.org/10.51605/mesned.1201963","url":null,"abstract":"Şâz kıraatler tarih boyunca birçok farklı biçimde tanımlanmıştır. Bu kıraatler hakkında yapılan tanımlardan biri de Kur’ân’ın yaygın tanımı çerçevesinde geliştirilmiştir. Daha çok usulcüler tarafından dillendirilen “Kur’ân, yedi harf üzere, mushafın iki kapağı arasında, mütevâtir olarak gelmiştir.” şeklindeki yaygın tanıma göre, bu vasıfları taşımayan kıraatler şâzdır. Böylece söz konusu âlimler Kur’ân’ın tanımı üzerinden şâz kıraatlerin mahiyetini anlamlandırdıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca söz konusu usulcüler tarafından Kur’ân’a yönelik birçok tanımın yapıldığını, birbiriyle örtüşen bu tanımlardan en yaygın ve kapsayıcı olanının yukarıda aktarılan yaklaşım olduğunu belirtmek gerekir. Aktarılan tanımdan da anlaşılacağı gibi, âlimlerin mevzubahis tanımda birleştikleri hususlar genellikle Kur’ân’ın “iki kapak arasında bulunma” ve “mütevâtir olma” özellikleridir. Bu durumda Kur’ân’ın tanımında mezkûr iki niteliği taşımayan kıraatlerin şâz addedilerek reddedilmeleri öngörülmektedir. Bu özelliklerden hareketle çalışmada, söz konusu iki madde karşısında konumlandırılan şâz kıraatlerin Kur’âniyet vasıflarının detaylı analizi yapılmıştır. Buna bağlı olarak çalışmanın amacı, bahsi geçen iki unsurun şâz kıraatlerin mahiyeti açısından belirleyici olup olmadıklarını çözmeye çalışmaktır. \u0000Söz konusu tanımlarda “دَفّتين” (deffeteyn) şeklinde geçen ve Arapçada Kur’ân’ın iki kapağı için kullanıldığı anlaşılan bu tabir, Hz. Osman zamanında teksir faaliyetiyle ortaya çıkan mushafların kapaklarını ifade etmektedir. Dolayısıyla bu ifade, bahsi geçen mushafların her birine serpiştirilmiş makbûl kıraatlerin tamamını kapsamış olmalıdır. Ancak belirtmek gerekir ki, mevzubahis mushafların kapakları dışındaki tüm kıraatlerin merdûd anlamıyla şaz oldukları iddia edilemez. Zira mushafın iki kapağı dışında kalıp yazıya aktarılamayan (imâle, işmâm, tağlîz vb.) sahîh kıraatler bulunmaktadır. Bu durumda yazıya geçirilemeyen bu sahih kıraatler, üç şartı yerinde olup yeterli seviyede şöhret bulamayan şâz kıraatler ve mevzû ile müdrec mahiyetini haiz merdûdların hepsi aynı statüde değerlendirilecektir. Hâsılı Kur’ân’ın tanımında geçen iki kapak kaydı Kur’ân için bile asli bir mahiyet tanımı taşımadığı, arızî bir durum olduğu, böylece şâz kıraatleri reddetmek için yeterli bir argüman olmadığı belirtilmelidir. Nitekim kimi araştırmacılara göre Kur’ân’ın tanımında yer alan “iki kapak” kaydı ile Kur’an’ın zâtî sıfatı değil arazının kastedilmesi gerektiği öngörülmektedir. \u0000Mevzubahis Kur’ân tanımında yer alan “deffeteyn” gibi “tevâtür” vurgusunun da şâz kıraatlerin Kur’âniyeti konusunu işleyen birçok âlimin temel hareket noktası olduğu müşahede edilmiştir. Zira onlara göre âhâd olması sebebiyle şâz kıraatler, Kur’ân’ın tanımında bulunan tevâtürlük unsurunu taşımazlar. Bu yaklaşıma göre söz konusu tevâtürlük olgusunu barındırmayan tüm âhâd kıraatler şâz kabilinden değerlendirilir. Ne var ki bir kıraatin âhâd olması onun sahîh kıraatlerin çerçevesinden çıkarılmasına sebep olmaz. Çünkü s","PeriodicalId":139037,"journal":{"name":"Mesned İlahiyat Araştırmaları Dergisi","volume":"79 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2022-12-14","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"126218914","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}