Boşanma sonrası ortak velayet, tüm modern hukuk sistemlerinde olduğu gibi Türk hukuku bakımından da çocuğun üstün yararının sağlanmasında gerekli bir müessesedir. Ancak bu müessesenin Türk hukukuna dahil oluşu, karşılaştırmalı hukuktaki gelişmelerden farklı bir süreçle gerçekleşmiştir. Türk hukukunda boşanma sonrası ortak velayet, bütüncül bir çocuk hukuku revizyonu yahut Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir ihlal veya iptal kararının ardından yasa koyucunun harekete geçmesi suretiyle değil, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye Ek 7 No’lu Protokol m. 5 hükmünün boşanma sonrası ortak velayet öngördüğü yorumu neticesinde yargı uygulamasıyla dahil olmuştur. Böylece merkezinde çocukların yer alması sebebiyle hukuki olduğu kadar toplumsal önemi de bulunan bir müessese, Medeni Kanun’da şartları, hüküm ve sonuçlarına ilişkin düzenlemesi olmaksızın Türk hukukunda uygulanır hale gelmiştir. Bu çalışmada, esasen, boşanma sonrası ortak velayetin Türk hukukuna dahil olma biçimiyle birlikte yasal düzenleme eksikliğine rağmen Türk hukukunda uygulanıyor olmasının değerlendirmesi yapılmıştır. Bunun yanında, bir müessese olarak velayetin, soybağı, kişisel ilişki, bakım ve himaye gibi kavramlarla olan ilişkisi ve ayrımı da hatırlatılarak, bazı yargı kararları ve literatürde bu kavramların kullanımında zaman zaman kendini gösteren karışıklık ve belirsizliğin de tespiti yapılmak istenmiştir.
{"title":"BOŞANMADA ORTAK (BİRLİKTE) VELAYETİN KABULÜ SONRASI TÜRK HUKUKUNDAKİ DURUM ÜZERİNE ELEŞTİREL BİR DEĞERLENDİRME","authors":"Huriye Reyhan Demircioğlu","doi":"10.54049/taad.1515061","DOIUrl":"https://doi.org/10.54049/taad.1515061","url":null,"abstract":"Boşanma sonrası ortak velayet, tüm modern hukuk sistemlerinde olduğu gibi Türk hukuku bakımından da çocuğun üstün yararının sağlanmasında gerekli bir müessesedir. Ancak bu müessesenin Türk hukukuna dahil oluşu, karşılaştırmalı hukuktaki gelişmelerden farklı bir süreçle gerçekleşmiştir. \u0000Türk hukukunda boşanma sonrası ortak velayet, bütüncül bir çocuk hukuku revizyonu yahut Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir ihlal veya iptal kararının ardından yasa koyucunun harekete geçmesi suretiyle değil, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye Ek 7 No’lu Protokol m. 5 hükmünün boşanma sonrası ortak velayet öngördüğü yorumu neticesinde yargı uygulamasıyla dahil olmuştur. Böylece merkezinde çocukların yer alması sebebiyle hukuki olduğu kadar toplumsal önemi de bulunan bir müessese, Medeni Kanun’da şartları, hüküm ve sonuçlarına ilişkin düzenlemesi olmaksızın Türk hukukunda uygulanır hale gelmiştir. \u0000Bu çalışmada, esasen, boşanma sonrası ortak velayetin Türk hukukuna dahil olma biçimiyle birlikte yasal düzenleme eksikliğine rağmen Türk hukukunda uygulanıyor olmasının değerlendirmesi yapılmıştır. Bunun yanında, bir müessese olarak velayetin, soybağı, kişisel ilişki, bakım ve himaye gibi kavramlarla olan ilişkisi ve ayrımı da hatırlatılarak, bazı yargı kararları ve literatürde bu kavramların kullanımında zaman zaman kendini gösteren karışıklık ve belirsizliğin de tespiti yapılmak istenmiştir.","PeriodicalId":499307,"journal":{"name":"Türkiye adalet akademisi dergisi","volume":"10 32","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-07-02","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141684249","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Yaygın anayasacılık anlayışı, anayasacılığa negatif terimlerle yaklaşmaktadır. Negatif anayasacılık yaklaşımlarına göre anayasacılığın amacı siyasi iktidarı sınırlamaktır. Pozitif anayasacılık ise devleti, anayasal ilkelere bağlılık yoluyla üyelerinin refahını etkin bir şekilde teşvik etme kapasitesiyle kurumsallaştırmayı amaçlar. Şiddet içermeyen ve hukuka dayalı siyasi süreçler yoluyla, toplumun dönüştürülmesini ve özellikle sosyal adaletin sağlanmasını amaçlayan dönüştürücü anayasacılık da bu açıdan bir pozitif anayasacılık yaklaşımıdır. Güney Afrika Cumhuriyeti Anayasası bağlamında ortaya çıkan dönüştürücü anayasacılık kavramı, farklı mekân ve zamanlarda, farklı bağlamlarda kullanılmıştır. Bu durum onu, bir üst kavram olarak değerlendirmeye olanak sağlamaktadır. Dönüştürücü anayasacılıkla ilişkilendirilen ülkelerin, bu kavramın tüm ayırt edici özelliklerini paylaşmak zorunda olmaması ise bu kavramı çok yönlü bir kategori olarak ele almaya imkân vermektedir. Dönüştürücü anayasacılık, eşitsizliğe neden olan ve eşitsizlikleri güçlendiren yapıların açıkça hedef alınması ve ortadan kaldırılması ihtiyacı üzerine ortaya çıkmıştır. Barışçıl bir toplumsal dönüşümü ve sosyal adaletin sağlanmasını amaçlamaktadır. Dönüştürücü hedefler içeren bir anayasaya sahip olmayı ve hukuk kültüründe dönüşümü gerektirir. Ayrıca sosyal ve ekonomik haklar da önemli bir yere sahiptir. Her ülke için farklılık gösterse bile dönüştürücü anayasacılık deneyimleri ve dönüştürücü anayasalar, ülkemizde devam eden anayasa yapımı tartışmaları için dikkate alınabilecek hususlar barındırmaktadır.
{"title":"DÖNÜŞTÜRÜCÜ ANAYASACILIK: ORTAYA ÇIKIŞI VE EVRİMİ","authors":"M. Güzel","doi":"10.54049/taad.1515034","DOIUrl":"https://doi.org/10.54049/taad.1515034","url":null,"abstract":"Yaygın anayasacılık anlayışı, anayasacılığa negatif terimlerle yaklaşmaktadır. Negatif anayasacılık yaklaşımlarına göre anayasacılığın amacı siyasi iktidarı sınırlamaktır. Pozitif anayasacılık ise devleti, anayasal ilkelere bağlılık yoluyla üyelerinin refahını etkin bir şekilde teşvik etme kapasitesiyle kurumsallaştırmayı amaçlar. Şiddet içermeyen ve hukuka dayalı siyasi süreçler yoluyla, toplumun dönüştürülmesini ve özellikle sosyal adaletin sağlanmasını amaçlayan dönüştürücü anayasacılık da bu açıdan bir pozitif anayasacılık yaklaşımıdır. \u0000Güney Afrika Cumhuriyeti Anayasası bağlamında ortaya çıkan dönüştürücü anayasacılık kavramı, farklı mekân ve zamanlarda, farklı bağlamlarda kullanılmıştır. Bu durum onu, bir üst kavram olarak değerlendirmeye olanak sağlamaktadır. Dönüştürücü anayasacılıkla ilişkilendirilen ülkelerin, bu kavramın tüm ayırt edici özelliklerini paylaşmak zorunda olmaması ise bu kavramı çok yönlü bir kategori olarak ele almaya imkân vermektedir. \u0000Dönüştürücü anayasacılık, eşitsizliğe neden olan ve eşitsizlikleri güçlendiren yapıların açıkça hedef alınması ve ortadan kaldırılması ihtiyacı üzerine ortaya çıkmıştır. Barışçıl bir toplumsal dönüşümü ve sosyal adaletin sağlanmasını amaçlamaktadır. Dönüştürücü hedefler içeren bir anayasaya sahip olmayı ve hukuk kültüründe dönüşümü gerektirir. Ayrıca sosyal ve ekonomik haklar da önemli bir yere sahiptir. \u0000Her ülke için farklılık gösterse bile dönüştürücü anayasacılık deneyimleri ve dönüştürücü anayasalar, ülkemizde devam eden anayasa yapımı tartışmaları için dikkate alınabilecek hususlar barındırmaktadır.","PeriodicalId":499307,"journal":{"name":"Türkiye adalet akademisi dergisi","volume":"352 18","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-07-02","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141686491","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Yasama ve yürütme organı arasındaki ilişkiler ve etkileşim açısından Anayasada “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin ne şekilde benimsendiği ve uygulandığı belirleyici bir nitelik taşır. Katı veya belirgin kuvvetler ayrılığının esas alındığı başkanlık sistemlerinde denge ve denetleme mekanizmalarının işlerliği ve güncellenmesi daha önemli hale gelmektedir. Güçlü yürütme karşısında kaçınılmaz olarak parlamentonun da güçlendirilmesi hedefi doğrultusunda Anayasa, TBMM İçtüzüğü ve parlamenter hayatla ilgili diğer kanunların reforma tabi tutulması gerekmektedir. Bu bağlamda, anayasa değişikliği gerektirmeyen sadece TBMM İçtüzüğüne eklenebilecek yeni maddelerle, dünya parlamentolarında başarıyla uygulanmakta olan “hearing” yetkisinin getirilmesi gerekmektedir. Bu gereklilikten hareketle bu çalışmada hükümet sistemi fark etmeksizin neredeyse tüm yasama organlarında kullanılan bu önemli aracın TBMM’de de uygulanması için bir model geliştirilmesi amaçlanmıştır. İngiltere, ABD, Almanya, Fransa, Macaristan, İspanya, Polonya ve Avrupa Parlamentosu olmak üzere farklı sistemlerdeki hukuki dayanağını ve yerleşik uygulamalarını karşılaştırmalı biçimde inceleyerek Türkiye’ye özgü nasıl bir İçtüzük değişikliği gerektiği konusunda öneri hazırlanmıştır. Çalışmanın Sonuç Kısmında, üç maddeden ibaret bir İçtüzük Değişikliği Teklifi taslağı hazırlanmıştır. İçtüzük Değişikliği Teklifi taslağında, TBMM için üç türlü “bilgilenim” yetkisi önerilmektedir. Bunların ilki ABD başkanlık sistemi de dahil tüm hükümet sistemlerinde görülen yürütme organının üst kademe kamu yöneticilerini ataması süreciyle ilgilidir; ikincisi, daimi komisyonların kendi görev alanlarıyla ilgili sürekli “bilgilenim” yetkisidir. Üçüncüsü ise, en az yılda bir defa ilgili daimi komisyonlarda düzenlenecek “dinleme ve izleme” amaçlı bilgilenimdir. Kanunların uygulamasını izleme anlamında parlamento çatısı altında gerçekleştirilecek bilgilenim, fiilen başarıyla uygulandığı takdirde, ülkemizden dünya parlamentolarına örnek uygulama modeli olabilecek bir mekanizma ortaya çıkabilir.
{"title":"YASAMA ORGANLARININ “BİLGİLENİM (HEARING)” YETKİSİ VE TBMM’NİN GÜÇLENDİRİLMESİ İÇİN YENİ ÖNERİLER","authors":"Şeref İba, Sinem Şirin","doi":"10.54049/taad.1515025","DOIUrl":"https://doi.org/10.54049/taad.1515025","url":null,"abstract":"Yasama ve yürütme organı arasındaki ilişkiler ve etkileşim açısından Anayasada “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin ne şekilde benimsendiği ve uygulandığı belirleyici bir nitelik taşır. Katı veya belirgin kuvvetler ayrılığının esas alındığı başkanlık sistemlerinde denge ve denetleme mekanizmalarının işlerliği ve güncellenmesi daha önemli hale gelmektedir. Güçlü yürütme karşısında kaçınılmaz olarak parlamentonun da güçlendirilmesi hedefi doğrultusunda Anayasa, TBMM İçtüzüğü ve parlamenter hayatla ilgili diğer kanunların reforma tabi tutulması gerekmektedir. Bu bağlamda, anayasa değişikliği gerektirmeyen sadece TBMM İçtüzüğüne eklenebilecek yeni maddelerle, dünya parlamentolarında başarıyla uygulanmakta olan “hearing” yetkisinin getirilmesi gerekmektedir. \u0000Bu gereklilikten hareketle bu çalışmada hükümet sistemi fark etmeksizin neredeyse tüm yasama organlarında kullanılan bu önemli aracın TBMM’de de uygulanması için bir model geliştirilmesi amaçlanmıştır. İngiltere, ABD, Almanya, Fransa, Macaristan, İspanya, Polonya ve Avrupa Parlamentosu olmak üzere farklı sistemlerdeki hukuki dayanağını ve yerleşik uygulamalarını karşılaştırmalı biçimde inceleyerek Türkiye’ye özgü nasıl bir İçtüzük değişikliği gerektiği konusunda öneri hazırlanmıştır. \u0000Çalışmanın Sonuç Kısmında, üç maddeden ibaret bir İçtüzük Değişikliği Teklifi taslağı hazırlanmıştır. İçtüzük Değişikliği Teklifi taslağında, TBMM için üç türlü “bilgilenim” yetkisi önerilmektedir. Bunların ilki ABD başkanlık sistemi de dahil tüm hükümet sistemlerinde görülen yürütme organının üst kademe kamu yöneticilerini ataması süreciyle ilgilidir; ikincisi, daimi komisyonların kendi görev alanlarıyla ilgili sürekli “bilgilenim” yetkisidir. Üçüncüsü ise, en az yılda bir defa ilgili daimi komisyonlarda düzenlenecek “dinleme ve izleme” amaçlı bilgilenimdir. Kanunların uygulamasını izleme anlamında parlamento çatısı altında gerçekleştirilecek bilgilenim, fiilen başarıyla uygulandığı takdirde, ülkemizden dünya parlamentolarına örnek uygulama modeli olabilecek bir mekanizma ortaya çıkabilir.","PeriodicalId":499307,"journal":{"name":"Türkiye adalet akademisi dergisi","volume":"47 2","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-07-02","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141687510","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Deniz ticareti sahasında, uyuşmazlıkların devlet yargısı dışında ve tahkim yolu ile çözülmesi konusunda köklü bir gelenek vardır. Deniz ticareti sözleşmelerinde, ekseriyetle bir tahkim şartı yer alır ve muhtemel uyuşmazlıklar bu usul ile çözülür. Tahkim yolunun, her ne kadar gizlilik, hukuk ve hakem seçimi gibi konularda avantajları ifade edilse de; yargılama süreleri ve masrafları gibi konularda şimdiye kadar devlet yargısına yöneltilen eleştiriler, son yıllarda tahkim yolu bakımından da dile getirilmeye başlanmıştır. Buna rağmen, daha az masraflı ve daha hızlı, müzakereye dayalı ve barışçıl bir alternatif çözüm yolu olan arabuluculuk, deniz ticareti tatbikatında ciddi bir rağbet görmemiştir. Oysa ki çoğu defa brokerlar ve acentelerin katılımıyla gerçekleştirilen deniz ticareti faaliyetlerinin doğasında müzakere ve uzlaşı kültürü vardır. Bilhassa makalenin konusunu teşkil eden ve yabancı literatür ve tatbikatta “wet disputes” kapsamında değerlendirilen deniz kazalarından doğan uyuşmazlıklarda, tarafların arasında genellikle bir sözleşme bulunmaz. Tabiatıyla uyuşmazlığın ne şekilde çözüleceği, genellikle uyuşmazlığa sebep olan hadisenin meydana gelmesinden sonra kararlaştırılır. Şüphesiz ki tahkim yolunun öngörülmediği uyuşmazlıklarda tarafların, devlet yargısına başvurma hakkı saklıdır; ancak deniz kazalarından doğan uyuşmazlıklarda çoğunlukla kusur, sorumluluk ve tazminatın paylaştırılması gerektiğinden, haklı veya haksızın tespitinden ziyade tarafları tatmin edecek, nispeten daha kısa bir prosedürün işletilmesi daha verimli olabilecektir. Bu makalede, işbu prensip ve esaslar dairesinde, deniz kazalarından doğan uyuşmazlıklarda arabuluculuk uygulaması, merî mevzuat bakımından ele alınmış ve konu ile ilgili birtakım değerlendirme ve önerilerde bulunulmuştur.
{"title":"DENİZ KAZALARINDAN DOĞAN UYUŞMAZLIK VE TALEPLERDE ARABULUCULUK","authors":"Fevzi Fırat Gözüyeşil","doi":"10.54049/taad.1515076","DOIUrl":"https://doi.org/10.54049/taad.1515076","url":null,"abstract":"Deniz ticareti sahasında, uyuşmazlıkların devlet yargısı dışında ve tahkim yolu ile çözülmesi konusunda köklü bir gelenek vardır. Deniz ticareti sözleşmelerinde, ekseriyetle bir tahkim şartı yer alır ve muhtemel uyuşmazlıklar bu usul ile çözülür. Tahkim yolunun, her ne kadar gizlilik, hukuk ve hakem seçimi gibi konularda avantajları ifade edilse de; yargılama süreleri ve masrafları gibi konularda şimdiye kadar devlet yargısına yöneltilen eleştiriler, son yıllarda tahkim yolu bakımından da dile getirilmeye başlanmıştır. Buna rağmen, daha az masraflı ve daha hızlı, müzakereye dayalı ve barışçıl bir alternatif çözüm yolu olan arabuluculuk, deniz ticareti tatbikatında ciddi bir rağbet görmemiştir. Oysa ki çoğu defa brokerlar ve acentelerin katılımıyla gerçekleştirilen deniz ticareti faaliyetlerinin doğasında müzakere ve uzlaşı kültürü vardır. Bilhassa makalenin konusunu teşkil eden ve yabancı literatür ve tatbikatta “wet disputes” kapsamında değerlendirilen deniz kazalarından doğan uyuşmazlıklarda, tarafların arasında genellikle bir sözleşme bulunmaz. Tabiatıyla uyuşmazlığın ne şekilde çözüleceği, genellikle uyuşmazlığa sebep olan hadisenin meydana gelmesinden sonra kararlaştırılır. Şüphesiz ki tahkim yolunun öngörülmediği uyuşmazlıklarda tarafların, devlet yargısına başvurma hakkı saklıdır; ancak deniz kazalarından doğan uyuşmazlıklarda çoğunlukla kusur, sorumluluk ve tazminatın paylaştırılması gerektiğinden, haklı veya haksızın tespitinden ziyade tarafları tatmin edecek, nispeten daha kısa bir prosedürün işletilmesi daha verimli olabilecektir. Bu makalede, işbu prensip ve esaslar dairesinde, deniz kazalarından doğan uyuşmazlıklarda arabuluculuk uygulaması, merî mevzuat bakımından ele alınmış ve konu ile ilgili birtakım değerlendirme ve önerilerde bulunulmuştur.","PeriodicalId":499307,"journal":{"name":"Türkiye adalet akademisi dergisi","volume":"6 12","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-07-02","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141684691","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu kapsamında görev suçlarıyla ilgili ceza soruşturmaları üniversiteler ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından yürütülmektedir. Soruşturma sonucunda men-i muhakeme kararları resen, lüzum-u muhakeme kararları ise itiraz edildiği takdirde Danıştay tarafından incelenmektedir. Danıştay tarafından dosya onandığı takdirde ceza yargılaması başlamaktadır. Bozma kararı verildiği takdirde ise dosya, eksikliklerin tamamlanması için soruşturmayı yürüten üniversiteye veya YÖK’e iade edilmektedir. 2547 sayılı Kanun kapsamındaki ceza soruşturmalarını çoğunlukla çok farklı bilim alanlarından akademisyenler yürütmektedir. Dolayısıyla Cumhuriyet savcısı olmadıkları halde Cumhuriyet savcısı yetkilerini haiz şekilde ceza soruşturması yürüten kişilerin yürüttükleri ceza soruşturmalarında usul hataları yapılmaktadır. Çalışmanın amacı, 2547 sayılı Kanun çerçevesinde yürütülen ceza soruşturmalarında Danıştay tarafından tespit edilen eksiklikleri ortaya çıkarmaktır. Çalışma kapsamında yapılan araştırmada içerik analizi yöntemi kullanılmış, 2018, 2019 ve 2020 yıllarına ait 193 Danıştay kararı analiz edilmiştir. Analiz sonucunda, Danıştay kararlarında en sık karşılaşılan bozma nedeninin, bilirkişi raporu alınmaması veya alınan bilirkişi raporunun yetersiz/eksik olmasından kaynaklandığı anlaşılmıştır. En sık karşılaşılan bozma nedenlerinden ikincisi ise, bilgi ve belge temininde eksiklik veya eksik incelemedir. Araştırma bulguları, 2547 sayılı Kanun kapsamında ceza soruşturmalarını yürüten yükseköğretim kurumları için rehber mahiyetindedir.
{"title":"DANIŞTAY KARARLARI IŞIĞINDA 2547 SAYILI YÜKSEKÖĞRETİM KANUNU KAPSAMINDA YÜRÜTÜLEN CEZA SORUŞTURMALARINA İLİŞKİN UYGULAMADA GÖRÜLEN EKSİKLİKLER","authors":"Kemal Uçacak","doi":"10.54049/taad.1513823","DOIUrl":"https://doi.org/10.54049/taad.1513823","url":null,"abstract":"2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu kapsamında görev suçlarıyla ilgili ceza soruşturmaları üniversiteler ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından yürütülmektedir. Soruşturma sonucunda men-i muhakeme kararları resen, lüzum-u muhakeme kararları ise itiraz edildiği takdirde Danıştay tarafından incelenmektedir. Danıştay tarafından dosya onandığı takdirde ceza yargılaması başlamaktadır. Bozma kararı verildiği takdirde ise dosya, eksikliklerin tamamlanması için soruşturmayı yürüten üniversiteye veya YÖK’e iade edilmektedir. 2547 sayılı Kanun kapsamındaki ceza soruşturmalarını çoğunlukla çok farklı bilim alanlarından akademisyenler yürütmektedir. Dolayısıyla Cumhuriyet savcısı olmadıkları halde Cumhuriyet savcısı yetkilerini haiz şekilde ceza soruşturması yürüten kişilerin yürüttükleri ceza soruşturmalarında usul hataları yapılmaktadır. Çalışmanın amacı, 2547 sayılı Kanun çerçevesinde yürütülen ceza soruşturmalarında Danıştay tarafından tespit edilen eksiklikleri ortaya çıkarmaktır. Çalışma kapsamında yapılan araştırmada içerik analizi yöntemi kullanılmış, 2018, 2019 ve 2020 yıllarına ait 193 Danıştay kararı analiz edilmiştir. Analiz sonucunda, Danıştay kararlarında en sık karşılaşılan bozma nedeninin, bilirkişi raporu alınmaması veya alınan bilirkişi raporunun yetersiz/eksik olmasından kaynaklandığı anlaşılmıştır. En sık karşılaşılan bozma nedenlerinden ikincisi ise, bilgi ve belge temininde eksiklik veya eksik incelemedir. Araştırma bulguları, 2547 sayılı Kanun kapsamında ceza soruşturmalarını yürüten yükseköğretim kurumları için rehber mahiyetindedir.","PeriodicalId":499307,"journal":{"name":"Türkiye adalet akademisi dergisi","volume":"13 3","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-07-02","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141685991","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Anayasa’nın 153. maddesine göre Anayasa Mahkemesi; Kanun, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü hükümlerini iptal etmesi halinde, iptal kararının Resmî Gazete’de yayımlanmasıyla iptal edilen hükümler yürürlükten kalkar. Anılan maddenin devamında Mahkemeye, gereken hallerde iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi iptal kararının yayımlandığı tarihten itibaren bir yılı geçmemek üzere ayrıca kararlaştırabilme yetkisi verilmiştir. Mahkeme’nin iptal kararları incelendiğinde iptal kararlarının yaklaşık yarısında iptal kararının yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırdığı/ertelediği görülmüştür. Mahkeme bu yetkisini Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerine dair vermiş olduğu kararlarda daha yoğun kullanmaktadır. Ancak bu kararların hemen hepsi iptal edilen Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi kuralının konu bakımından yetkisizlik gerekçesiyle iptal edildiği kararlardır. Başka bir ifadeyle Mahkeme, Cumhurbaşkanının iptal edilen konuda düzenleme yetkisi olmadığı gerekçesiyle iptal etmiştir. Bu ayrıksı durum, iptal kararlarının yürürlüğe girişinin ertelenmesine dair kanunlara ilişkin uygulamalardan farkını ortaya koymaktadır. Bu çalışmada genel olarak iptal kararlarının yürürlüğünün ertelenmesi kuralı tahlil edilecek, ardından Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerine dair verilen iptal kararlarında erteleme kurumunun uygulanabilirliği tartışılacaktır.
{"title":"ANAYASA MAHKEMESİNİN İPTAL KARARLARININ YÜRÜRLÜĞÜNÜN ERTELENMESİ KURUMU VE CUMHURBAŞKANLIĞI KARARNAMELERİNDE GÖRÜNÜMÜ","authors":"Taylan Barın, Muhammet Tayyib Uslu","doi":"10.54049/taad.1514775","DOIUrl":"https://doi.org/10.54049/taad.1514775","url":null,"abstract":"Anayasa’nın 153. maddesine göre Anayasa Mahkemesi; Kanun, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü hükümlerini iptal etmesi halinde, iptal kararının Resmî Gazete’de yayımlanmasıyla iptal edilen hükümler yürürlükten kalkar. Anılan maddenin devamında Mahkemeye, gereken hallerde iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi iptal kararının yayımlandığı tarihten itibaren bir yılı geçmemek üzere ayrıca kararlaştırabilme yetkisi verilmiştir. Mahkeme’nin iptal kararları incelendiğinde iptal kararlarının yaklaşık yarısında iptal kararının yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırdığı/ertelediği görülmüştür. Mahkeme bu yetkisini Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerine dair vermiş olduğu kararlarda daha yoğun kullanmaktadır. Ancak bu kararların hemen hepsi iptal edilen Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi kuralının konu bakımından yetkisizlik gerekçesiyle iptal edildiği kararlardır. Başka bir ifadeyle Mahkeme, Cumhurbaşkanının iptal edilen konuda düzenleme yetkisi olmadığı gerekçesiyle iptal etmiştir. Bu ayrıksı durum, iptal kararlarının yürürlüğe girişinin ertelenmesine dair kanunlara ilişkin uygulamalardan farkını ortaya koymaktadır. Bu çalışmada genel olarak iptal kararlarının yürürlüğünün ertelenmesi kuralı tahlil edilecek, ardından Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerine dair verilen iptal kararlarında erteleme kurumunun uygulanabilirliği tartışılacaktır.","PeriodicalId":499307,"journal":{"name":"Türkiye adalet akademisi dergisi","volume":"54 2","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-07-02","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"141688351","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Sanayi devriminin başlamasıyla ilaçların eczaneler yerine ilaç endüstrilerinde kimyasal içerik kullanılarak üretilmesi, hastaların zarar görmelerine neden olmuş, özellikle hatalı ilaçların geniş çapta etki göstermesi ilaçtan doğan sorumluluğu gündeme getirmiştir. Alman hukukunda üreticinin sorumluluğu esas olarak haksız fiil sorumluluğuna dayandırılmakla birlikte ilaç üreticisinin sorumluluğu kusursuz sorumluluk temelinde Alman İlaç Kanununda düzenlenmiştir. Buna göre tüketiciye dağıtılan ve zorunlu pazarlama iznine tabi olan veya yönetmelikle pazarlama izni gerekliliğinden muaf tutulan beşeri bir tıbbi ürünün uygulanması, kişinin ölmesine ya da zarar görmesine neden olursa, söz konusu tıbbi ürünü piyasaya süren ilaç girişimcisi, kendi kusuru bulunmasa bile zarar gören tarafın uğradığı zararı tazmin etmekle yükümlü olacaktır. Alman İlaç Kanunu’ nun uygulama alanı dışında kalan hallerde ilaç üreticisinin sorumluluğu bakımından Alman Ürün Sorumluluğu Kanunu ve Alman Gen Teknik Kanunu uygulama alanı bulabilmektedir.
{"title":"ALMAN İLAÇ KANUNU’NA GÖRE İLAÇ ÜRETİCİSİNİN HUKUKİ SORUMLULUĞUNUN ALMAN HUKUKUNDAKİ DİĞER TEMEL ÖZEL HUKUK SORUMLULUK TÜRLERİ İLE KARŞILAŞTIRILMALI OLARAK İNCELENMESİ","authors":"Duygu Dincioğlu","doi":"10.54049/taad.1466885","DOIUrl":"https://doi.org/10.54049/taad.1466885","url":null,"abstract":"Sanayi devriminin başlamasıyla ilaçların eczaneler yerine ilaç endüstrilerinde kimyasal içerik kullanılarak üretilmesi, hastaların zarar görmelerine neden olmuş, özellikle hatalı ilaçların geniş çapta etki göstermesi ilaçtan doğan sorumluluğu gündeme getirmiştir. Alman hukukunda üreticinin sorumluluğu esas olarak haksız fiil sorumluluğuna dayandırılmakla birlikte ilaç üreticisinin sorumluluğu kusursuz sorumluluk temelinde Alman İlaç Kanununda düzenlenmiştir. Buna göre tüketiciye dağıtılan ve zorunlu pazarlama iznine tabi olan veya yönetmelikle pazarlama izni gerekliliğinden muaf tutulan beşeri bir tıbbi ürünün uygulanması, kişinin ölmesine ya da zarar görmesine neden olursa, söz konusu tıbbi ürünü piyasaya süren ilaç girişimcisi, kendi kusuru bulunmasa bile zarar gören tarafın uğradığı zararı tazmin etmekle yükümlü olacaktır. Alman İlaç Kanunu’ nun uygulama alanı dışında kalan hallerde ilaç üreticisinin sorumluluğu bakımından Alman Ürün Sorumluluğu Kanunu ve Alman Gen Teknik Kanunu uygulama alanı bulabilmektedir.","PeriodicalId":499307,"journal":{"name":"Türkiye adalet akademisi dergisi","volume":"2 10","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-04-04","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"140744498","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Belediyelerin yerel hizmet sunumundaki önemli rolü göz önüne alındığında, görevlerini etkili bir biçimde sürdürebilmeleri için sağlam bir mali altyapıları olması kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Bu bağlamda belediyelere, görevlerine uygun yeterli gelir kalemlerinin temin edilmesi gerekmektedir. Bu gelir türlerinden biri ve belki de en önemlisi ise ücretlerdir. Ücretlerin bu denli önemli bir yere sahip olması yanında, ücretlerden kaynaklanan uyuşmazlıkların nerede çözümleneceğine ilişkin sorunlar da önemli bir yer tutmaktadır. Görevli yargı yerinin belirlenmesi konusunda açık ve anlaşılır kriterlerin olmaması ve yargı yerleri arasında farklı yaklaşımların olması, bireylerin hangi yargı merciine başvuracağı konusunda belirsizlik yaşamasına neden olmaktadır. Çalışmamızda, ücret gelirinden kaynaklanan uyuşmazlıklarda görevli mahkemenin belirlenmesine giden süreçte yaşananlar ele alınarak son durumda hangi yargı mercinin görevli olduğu açıklanmaya çalışılmıştır. Öncelikle belediye gelirleri kavramı ve tarihçesi ele alınmış, ardından ücret kalemine ilişkin açıklama yapılmıştır. Son olarak, ücretten kaynaklanan uyuşmazlıklarda görevli yargı mercine ilişkin Danıştay ve Anayasa Mahkemesinin yaklaşımı ayrı ayrı ele alınmış ve bu kararlar ışığında halihazırda görevli olan yargı yeri tespit edilmiştir.
{"title":"BELEDİYE GELİRLERİ KANUNU 97’NCİ MADDESİ UYARINCA ALINAN ÜCRETLERDEN KAYNAKLANAN UYUŞMAZLIKLARDA GÖREVLİ MAHKEME","authors":"Yunus Emre Oruç, M. Uyanik","doi":"10.54049/taad.1465863","DOIUrl":"https://doi.org/10.54049/taad.1465863","url":null,"abstract":"Belediyelerin yerel hizmet sunumundaki önemli rolü göz önüne alındığında, görevlerini etkili bir biçimde sürdürebilmeleri için sağlam bir mali altyapıları olması kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Bu bağlamda belediyelere, görevlerine uygun yeterli gelir kalemlerinin temin edilmesi gerekmektedir. Bu gelir türlerinden biri ve belki de en önemlisi ise ücretlerdir. Ücretlerin bu denli önemli bir yere sahip olması yanında, ücretlerden kaynaklanan uyuşmazlıkların nerede çözümleneceğine ilişkin sorunlar da önemli bir yer tutmaktadır. Görevli yargı yerinin belirlenmesi konusunda açık ve anlaşılır kriterlerin olmaması ve yargı yerleri arasında farklı yaklaşımların olması, bireylerin hangi yargı merciine başvuracağı konusunda belirsizlik yaşamasına neden olmaktadır. Çalışmamızda, ücret gelirinden kaynaklanan uyuşmazlıklarda görevli mahkemenin belirlenmesine giden süreçte yaşananlar ele alınarak son durumda hangi yargı mercinin görevli olduğu açıklanmaya çalışılmıştır. Öncelikle belediye gelirleri kavramı ve tarihçesi ele alınmış, ardından ücret kalemine ilişkin açıklama yapılmıştır. Son olarak, ücretten kaynaklanan uyuşmazlıklarda görevli yargı mercine ilişkin Danıştay ve Anayasa Mahkemesinin yaklaşımı ayrı ayrı ele alınmış ve bu kararlar ışığında halihazırda görevli olan yargı yeri tespit edilmiştir.","PeriodicalId":499307,"journal":{"name":"Türkiye adalet akademisi dergisi","volume":"3 11","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-04-04","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"140745181","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Modern teknolojilerin ortaya çıkmasıyla mahkemelerin bir tarafta özel hayatın gizliliğine saygı, kişisel verilerin korunması gibi haklarla ilişkili olan unutulma hakkı ve diğer tarafta ifade özgürlüğü arasında denge kurma mücadelesi daha zorlu bir hale gelmiştir. Bilişim teknolojisinde yaşanan gelişmeler neticesinde, haberler çoğunlukla çevrimiçi tüketildiği için, haberlerde adı geçen kişiler, saniyeler içinde arama motorları vasıtasıyla ifşa edilmeye karşı savunmasız durumda kalmaktadırlar. Bu tür bir teşhir, kişinin itibarını, gelecekteki muhtemel kariyer fırsatlarını, eğitim sürecini, kişisel ilişkilerini tehlikeye atmanın yanı sıra zihinsel ve duygusal sağlıklarına zarar verebilmektedir. Bunun da ötesinde, kişinin hayatında yeni bir sayfa açmasına, değişmesine olanak vermeyip, onu geçmişe hapsedebilmektedir. Kişinin kendisine ait bilgiyi tashih etme, silinmesini istemeyi de kapsayan unutulma hakkı, kişinin geçmişinden ibaret olmadığını ortaya koymaktadır. Bu çalışmada öncelikle bir kavram olarak unutulma hakkının tarihsel kökeni, bu hakkın önemi ve koruduğu menfaatler ele alınacak, ardından söz konusu hakkın ifade özgürlüğü ile ilişkisi değerlendirilecektir. Unutulma hakkı ve ifade özgürlüğü arasındaki dengenin sağlanması konusunda Avrupa yargı sistemi ve Amerikan yargı sisteminde farklı yaklaşımlar söz konusudur. Bu doğrultuda, çalışmanın devamında bu yaklaşımlar çeşitli mahkeme kararları ışığında ortaya koyulmaya çalışılacaktır.
{"title":"AVRUPA VE AMERİKAN YARGI SİSTEMLERİNİN “UNUTULMA HAKKI-İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ” ÇATIŞMASINA YAKLAŞIMI","authors":"Peri Uran Murphy","doi":"10.54049/taad.1465876","DOIUrl":"https://doi.org/10.54049/taad.1465876","url":null,"abstract":"Modern teknolojilerin ortaya çıkmasıyla mahkemelerin bir tarafta özel hayatın gizliliğine saygı, kişisel verilerin korunması gibi haklarla ilişkili olan unutulma hakkı ve diğer tarafta ifade özgürlüğü arasında denge kurma mücadelesi daha zorlu bir hale gelmiştir. Bilişim teknolojisinde yaşanan gelişmeler neticesinde, haberler çoğunlukla çevrimiçi tüketildiği için, haberlerde adı geçen kişiler, saniyeler içinde arama motorları vasıtasıyla ifşa edilmeye karşı savunmasız durumda kalmaktadırlar. Bu tür bir teşhir, kişinin itibarını, gelecekteki muhtemel kariyer fırsatlarını, eğitim sürecini, kişisel ilişkilerini tehlikeye atmanın yanı sıra zihinsel ve duygusal sağlıklarına zarar verebilmektedir. Bunun da ötesinde, kişinin hayatında yeni bir sayfa açmasına, değişmesine olanak vermeyip, onu geçmişe hapsedebilmektedir. Kişinin kendisine ait bilgiyi tashih etme, silinmesini istemeyi de kapsayan unutulma hakkı, kişinin geçmişinden ibaret olmadığını ortaya koymaktadır. Bu çalışmada öncelikle bir kavram olarak unutulma hakkının tarihsel kökeni, bu hakkın önemi ve koruduğu menfaatler ele alınacak, ardından söz konusu hakkın ifade özgürlüğü ile ilişkisi değerlendirilecektir. Unutulma hakkı ve ifade özgürlüğü arasındaki dengenin sağlanması konusunda Avrupa yargı sistemi ve Amerikan yargı sisteminde farklı yaklaşımlar söz konusudur. Bu doğrultuda, çalışmanın devamında bu yaklaşımlar çeşitli mahkeme kararları ışığında ortaya koyulmaya çalışılacaktır.","PeriodicalId":499307,"journal":{"name":"Türkiye adalet akademisi dergisi","volume":"13 8","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-04-04","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"140745533","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Yapı denetimi, can ve mal güvenliğini temin etmek maksadıyla, yapıların yürürlükteki yapı mevzuatına, mevcut standartlara ve teknik kurallara uygun olarak inşasının denetim yoluyla sağlanmasıdır. Denetimler, 29.06.2001 tarihinde kabul edilen 4708 sayılı “Yapı Denetimi Hakkında Kanun” gereği yapı denetim firmaları tarafından gerçekleştirilmektedir. 4708 sayılı Kanun’da yer alan düzenlemeler sebebiyle, daha ziyade yapı denetim firmalarının yapı malikine ve idareye karşı sorumlulukları tartışılmaktadır. Zira, Kanun’un üçüncü maddesinde firmaların, yapı denetimi hizmet sözleşmesi ile borçlandıkları denetim faaliyetlerine aykırı davranmaları halinde, yapı malikine ve idareye karşı verdikleri zararlardan hukuken sorumlu oldukları düzenlenmektedir. Oysa ki, yapıların sağlıklı ve güvenli inşası sadece yapı malikini değil, yapıdan zarar görme ihtimali olan herkesi ilgilendirmektedir. Özellikle firmaların özensiz ve eksik denetimi nedeniyle yapının depremde zarar görmesi, o yapı ile hukuki bağı bulunan kimseleri maddi ve manevi olarak etkilemektedir. Bu sebeple çalışmamızda, yapı denetim firmalarının, denetim faaliyetleri sebebiyle depremde hasar alan yapıların üçüncü kişilere verdiği zararlardan doğan hukuki sorumluluğunu araştırmak, bu sorumluluğa dikkat çekmek ve etki eden diğer halleri de göz önünde tutarak sorumluluğu her açıdan değerlendirmek amaçlanmaktadır.
{"title":"YAPI DENETİM FİRMALARININ DEPREM NEDENİYLE ÜÇÜNCÜ KİŞİLERİN UĞRADIĞI ZARARLARDAN SORUMLULUĞU","authors":"Özge Bölükbaşı","doi":"10.54049/taad.1466878","DOIUrl":"https://doi.org/10.54049/taad.1466878","url":null,"abstract":"Yapı denetimi, can ve mal güvenliğini temin etmek maksadıyla, yapıların yürürlükteki yapı mevzuatına, mevcut standartlara ve teknik kurallara uygun olarak inşasının denetim yoluyla sağlanmasıdır. Denetimler, 29.06.2001 tarihinde kabul edilen 4708 sayılı “Yapı Denetimi Hakkında Kanun” gereği yapı denetim firmaları tarafından gerçekleştirilmektedir. 4708 sayılı Kanun’da yer alan düzenlemeler sebebiyle, daha ziyade yapı denetim firmalarının yapı malikine ve idareye karşı sorumlulukları tartışılmaktadır. Zira, Kanun’un üçüncü maddesinde firmaların, yapı denetimi hizmet sözleşmesi ile borçlandıkları denetim faaliyetlerine aykırı davranmaları halinde, yapı malikine ve idareye karşı verdikleri zararlardan hukuken sorumlu oldukları düzenlenmektedir. Oysa ki, yapıların sağlıklı ve güvenli inşası sadece yapı malikini değil, yapıdan zarar görme ihtimali olan herkesi ilgilendirmektedir. Özellikle firmaların özensiz ve eksik denetimi nedeniyle yapının depremde zarar görmesi, o yapı ile hukuki bağı bulunan kimseleri maddi ve manevi olarak etkilemektedir. Bu sebeple çalışmamızda, yapı denetim firmalarının, denetim faaliyetleri sebebiyle depremde hasar alan yapıların üçüncü kişilere verdiği zararlardan doğan hukuki sorumluluğunu araştırmak, bu sorumluluğa dikkat çekmek ve etki eden diğer halleri de göz önünde tutarak sorumluluğu her açıdan değerlendirmek amaçlanmaktadır.","PeriodicalId":499307,"journal":{"name":"Türkiye adalet akademisi dergisi","volume":"20 5","pages":""},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2024-04-04","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"140741342","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}