Tefsir tarihi yazımı, her ne kadar tabakât türüne giren Suyûtî’nin (ö. 911/1505) Tabakâtu’l-mufessirîn adlı eseriyle başlatılsa da zaman içinde farklı bir renge bürünmüştür. Başlangıçta kronolojik ya da alfabetik tarzda seyreden yazım türü, 20. yüzyılda Goldziher (ö. 1921) ve Zehebî (ö. 1977) ile farklılaşmıştır. Mezhebî ve tematik merkezli yazım ön plana çıkmış, yapılan teliflerde ideolojik okumalar belirginleşmiştir. Bu tür yazımın yol açtığı problemler ve eksiklikler muasır araştırmacılar tarafından dile getirilmiştir. Bu sebeple bazı araştırmacılar bu yazım türünün dışına çıkmaya çalışmış, farklı tefsir tarihi yazımı denemelerinde bulunmuştur. Makalemizde incelemeye tabi tuttuğumuz et-Tefsîr ve ricâluhu adlı eser, Tunuslu âlim Muhammed Fâdıl b. ‘Âşûr (ö. 1390/1970) tarafından yazılmıştır. Meşhur müfessir Muhammed Tâhir b. ‘Âşûr’un oğlu olan Fâdıl b. ‘Âşûr, Zehebî ile akran olmasına ve kitabını ondan sonra yazmasına rağmen, onunla aynı metodu takip etmemiştir. Bazı araştırmacılar tarafından modern yazım türü altında zikredilse de durumun böyle olmadığı görülmektedir. Konu başlıkları ve müellifin metodu incelendiğinde kitabın tabakât türüne daha yakın olduğu söylenilebilir. Bununla birlikte o, mütekaddim eserler gibi kapsamlı olmayıp küçük hacimli bir eserdir. Yazar seçtiği isimler üzerinden özet bir şekilde tefsir tarihini okuyucuya sunmakta, bunu yaparken de müfessirlerin dönemlerine ışık tutmaya gayret etmektedir. Çalışmamızda mezkûr eser, muasır araştırmacılar tarafından tefsir tarihi yazımı hususunda dile getirilen bazı problemler açısından incelenmiştir. Modern dönem tefsir tarihi denildiğinde akla ilk gelen isim olması ve eleştirilerin yöneltildiği ilk kaynak olması sebebiyle zaman zaman Zehebî’nin et-Tefsîr ve’l-mufessirûn adlı kitabıyla et-Tefsîr ve ricâluhu arasında karşılaştırmalarda bulunulmuştur. Detaylı inceleme yaparak müellifin bazı konulardaki görüşlerini anlamaya, çıkarımlarda bulunmaya gayret edilmiştir. Kronolojik sıranın takip edildiği bu eserin eksikleri olmakla birlikte kendi içinde tutarlı olduğu fark edilmiştir. İbn ‘Âşûr, tefsirin doğuşundan günümüze gelinceye kadar tefsirin belli başlı dönemlerini, adlarından söz edilmeye değer tefsirlerden seçtiklerini konu edinmiştir. Onun bazı meselelerdeki görüşleri net ifade bulmuş olmasa da kurduğu cümlelerden çıkarımda bulunmak mümkündür. Bu bağlamda eserin tefsir tarihi yazımı açısından olumlu ve olumsuz yönleri verilmeye çalışılarak alana katkısı tespit edilmeye çalışılmıştır. Son yüzyılda yaygın olan ve muasır bazı araştırmacılar tarafından aşılma gayretleri gösterilen ideolojik perspektifli tefsir tarihi yazımının, revaçta olduğu dönemde İbn ‘Âşûr örneğinde farklılaştığının gösterilmeye çalışılması araştırmanın önemini artırmaktadır. et-Tefsîr ve Ricâluhu tefsir tarihi alanında muhtasar bir eser olmakla birlikte alanındaki çalışmalara ilham olabilecek niteliktedir.
{"title":"Tefsir Tarihi Yazımı Açısından Fâdıl İbn ‘Âşûr’un et-Tefsîr ve Ricâluhu Adlı Eserinin Değerlendirilmesi","authors":"A. Tuna","doi":"10.54659/ulum.1241293","DOIUrl":"https://doi.org/10.54659/ulum.1241293","url":null,"abstract":"Tefsir tarihi yazımı, her ne kadar tabakât türüne giren Suyûtî’nin (ö. 911/1505) Tabakâtu’l-mufessirîn adlı eseriyle başlatılsa da zaman içinde farklı bir renge bürünmüştür. Başlangıçta kronolojik ya da alfabetik tarzda seyreden yazım türü, 20. yüzyılda Goldziher (ö. 1921) ve Zehebî (ö. 1977) ile farklılaşmıştır. Mezhebî ve tematik merkezli yazım ön plana çıkmış, yapılan teliflerde ideolojik okumalar belirginleşmiştir. Bu tür yazımın yol açtığı problemler ve eksiklikler muasır araştırmacılar tarafından dile getirilmiştir. Bu sebeple bazı araştırmacılar bu yazım türünün dışına çıkmaya çalışmış, farklı tefsir tarihi yazımı denemelerinde bulunmuştur. Makalemizde incelemeye tabi tuttuğumuz et-Tefsîr ve ricâluhu adlı eser, Tunuslu âlim Muhammed Fâdıl b. ‘Âşûr (ö. 1390/1970) tarafından yazılmıştır. Meşhur müfessir Muhammed Tâhir b. ‘Âşûr’un oğlu olan Fâdıl b. ‘Âşûr, Zehebî ile akran olmasına ve kitabını ondan sonra yazmasına rağmen, onunla aynı metodu takip etmemiştir. Bazı araştırmacılar tarafından modern yazım türü altında zikredilse de durumun böyle olmadığı görülmektedir. Konu başlıkları ve müellifin metodu incelendiğinde kitabın tabakât türüne daha yakın olduğu söylenilebilir. Bununla birlikte o, mütekaddim eserler gibi kapsamlı olmayıp küçük hacimli bir eserdir. Yazar seçtiği isimler üzerinden özet bir şekilde tefsir tarihini okuyucuya sunmakta, bunu yaparken de müfessirlerin dönemlerine ışık tutmaya gayret etmektedir. Çalışmamızda mezkûr eser, muasır araştırmacılar tarafından tefsir tarihi yazımı hususunda dile getirilen bazı problemler açısından incelenmiştir. Modern dönem tefsir tarihi denildiğinde akla ilk gelen isim olması ve eleştirilerin yöneltildiği ilk kaynak olması sebebiyle zaman zaman Zehebî’nin et-Tefsîr ve’l-mufessirûn adlı kitabıyla et-Tefsîr ve ricâluhu arasında karşılaştırmalarda bulunulmuştur. Detaylı inceleme yaparak müellifin bazı konulardaki görüşlerini anlamaya, çıkarımlarda bulunmaya gayret edilmiştir. Kronolojik sıranın takip edildiği bu eserin eksikleri olmakla birlikte kendi içinde tutarlı olduğu fark edilmiştir. İbn ‘Âşûr, tefsirin doğuşundan günümüze gelinceye kadar tefsirin belli başlı dönemlerini, adlarından söz edilmeye değer tefsirlerden seçtiklerini konu edinmiştir. Onun bazı meselelerdeki görüşleri net ifade bulmuş olmasa da kurduğu cümlelerden çıkarımda bulunmak mümkündür. Bu bağlamda eserin tefsir tarihi yazımı açısından olumlu ve olumsuz yönleri verilmeye çalışılarak alana katkısı tespit edilmeye çalışılmıştır. Son yüzyılda yaygın olan ve muasır bazı araştırmacılar tarafından aşılma gayretleri gösterilen ideolojik perspektifli tefsir tarihi yazımının, revaçta olduğu dönemde İbn ‘Âşûr örneğinde farklılaştığının gösterilmeye çalışılması araştırmanın önemini artırmaktadır. et-Tefsîr ve Ricâluhu tefsir tarihi alanında muhtasar bir eser olmakla birlikte alanındaki çalışmalara ilham olabilecek niteliktedir.","PeriodicalId":157960,"journal":{"name":"ULUM","volume":"38 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-07-31","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"116685299","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Bu çalışmanın konusu, İslam düşünce geleneğinin önemli bir meselesi olan mârifetullah’tır. Çalışmada Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyılında yetişmiş önde gelen bilginlerinden biri olan Kâtip Çelebi’ye (ö. 1067/1657) göre mârifetullah meselesinin araştırılması amaçlanmıştır. Kâtip Çelebi, hem aklî ve dinî ilimlerde oldukça yetkin hem de döneminin bilim bilimsel gelişmelerinin farkında olan bir şahsiyettir. Düşünür, başta Keşfü’z-zûnûn olmak üzere çeşitli eserlerinde Tanrı’nın varlığı ve birliğinin ispatı, ilâhî sıfatlar ve benzeri konular hakkında telif edilmiş literatür hakkında mukayeseli bilgi vermektedir. Ayrıca Kâtip Çelebi’nin mârifetullah konusuna ilişkin İslam düşünce geleneğindeki literatürü değerlendirmekle birlikte, eklektik yorumlarıyla meseleye önemli katkılar sağladığı görülmektedir. Bu sebeple İslam metafizik düşüncesinin önemli bir tartışma meselesi olan isbât-ı vâcib ve mârifetullah konusuna dair Kâtip Çelebi’nin iddia, yorum ve katkılarının belirlenmesi İslam düşünce geleneğinin 17. yüzyıldaki gelişim ve sürekliliğinin anlaşılması açısından oldukça önemlidir. Kâtip Çelebi, insanın fıtrî olarak öğrenme arzusu bulunduğunu belirtmektedir. Ona göre insanda var olan bu öğrenme arzusu, onun aklıyla bilgi elde etmesine imkân vermektedir. İnsan kazandığı bilgilerle metafizik hakikatleri idrak edip en yüce mutluluğa (es-sa’âdetü’l-kusvâ) ulaşma yollarını öğrenebilmektedir. Böylece insan mârifetullah hakkında bilgi sahibi olma imkânı elde etmektedir. Kâtip Çelebi’ye göre mârifetullah, bir insanın ulaşabileceği en yüksek bilgi seviyesidir. Düşünür, insanın bu en yüksek bilgi seviyesine ancak metafizik ilmini öğrenmesiyle mümkün olduğunu belirtmektedir. Çünkü metafizik ilmi, hem Tanrı, O’nun varlığı ve birliği, ilâhî sıfatlar ve ilâhî fiillerin bilgisinin nasıl kazanılabileceği hem de insanın gayesi olan ebedi mutluluk ve bu mutluluğa nasıl ulaşılabileceği hakkında bilgi vermektedir. Çelebi, İslam düşünce geleneğinde, bilhassa müteahhir dönemde hakkında müstakil risalelerin telif edilmek suretiyle kozmopolit bir kelam-felsefe meselesi haline dönüşmüş olan mârifetullah’a ulaştıran iki farklı yöntem ortaya konulduğunu ifade etmiştir. Bu yöntemlerden biri nazar ve istidlâl; diğeri keşf ve müşahededir. Ona göre her ne kadar iki yol birbirinden farklı gibi görünse de her iki yol da aynı hakikate ulaştırmaktadır. Çünkü bu yollardan birinden hareket edilerek diğerine ulaşabilme imkânı söz konusudur. Görünüşte birbirinden farklıymış gibi olan her iki yolun yolcusu da tıpkı iki denizin birleştiği bir yer gibi, aynı hakikate ulaşabilmektedir. Dolayısıyla Kâtip Çelebi, her iki yolun birbirini tamamladığını düşünmekte ve her iki yöntemin birlikte kullanılması suretiyle insanın Tanrı’yı tanıyabileceğini belirtmektedir. Bu bağlamda çalışmada Kâtip Çelebi’nin zikrettiği mârifetullah’a ulaştıran iki yönteme ilişkin yorum, katkı ve eleştirileri detaylı bir şekilde incelenecektir.
{"title":"Mā’rifatullah According to Kātib Chelebi","authors":"Hatice Toksöz","doi":"10.54659/ulum.1312577","DOIUrl":"https://doi.org/10.54659/ulum.1312577","url":null,"abstract":"Bu çalışmanın konusu, İslam düşünce geleneğinin önemli bir meselesi olan mârifetullah’tır. Çalışmada Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyılında yetişmiş önde gelen bilginlerinden biri olan Kâtip Çelebi’ye (ö. 1067/1657) göre mârifetullah meselesinin araştırılması amaçlanmıştır. Kâtip Çelebi, hem aklî ve dinî ilimlerde oldukça yetkin hem de döneminin bilim bilimsel gelişmelerinin farkında olan bir şahsiyettir. Düşünür, başta Keşfü’z-zûnûn olmak üzere çeşitli eserlerinde Tanrı’nın varlığı ve birliğinin ispatı, ilâhî sıfatlar ve benzeri konular hakkında telif edilmiş literatür hakkında mukayeseli bilgi vermektedir. Ayrıca Kâtip Çelebi’nin mârifetullah konusuna ilişkin İslam düşünce geleneğindeki literatürü değerlendirmekle birlikte, eklektik yorumlarıyla meseleye önemli katkılar sağladığı görülmektedir. Bu sebeple İslam metafizik düşüncesinin önemli bir tartışma meselesi olan isbât-ı vâcib ve mârifetullah konusuna dair Kâtip Çelebi’nin iddia, yorum ve katkılarının belirlenmesi İslam düşünce geleneğinin 17. yüzyıldaki gelişim ve sürekliliğinin anlaşılması açısından oldukça önemlidir. Kâtip Çelebi, insanın fıtrî olarak öğrenme arzusu bulunduğunu belirtmektedir. Ona göre insanda var olan bu öğrenme arzusu, onun aklıyla bilgi elde etmesine imkân vermektedir. İnsan kazandığı bilgilerle metafizik hakikatleri idrak edip en yüce mutluluğa (es-sa’âdetü’l-kusvâ) ulaşma yollarını öğrenebilmektedir. Böylece insan mârifetullah hakkında bilgi sahibi olma imkânı elde etmektedir. Kâtip Çelebi’ye göre mârifetullah, bir insanın ulaşabileceği en yüksek bilgi seviyesidir. Düşünür, insanın bu en yüksek bilgi seviyesine ancak metafizik ilmini öğrenmesiyle mümkün olduğunu belirtmektedir. Çünkü metafizik ilmi, hem Tanrı, O’nun varlığı ve birliği, ilâhî sıfatlar ve ilâhî fiillerin bilgisinin nasıl kazanılabileceği hem de insanın gayesi olan ebedi mutluluk ve bu mutluluğa nasıl ulaşılabileceği hakkında bilgi vermektedir. Çelebi, İslam düşünce geleneğinde, bilhassa müteahhir dönemde hakkında müstakil risalelerin telif edilmek suretiyle kozmopolit bir kelam-felsefe meselesi haline dönüşmüş olan mârifetullah’a ulaştıran iki farklı yöntem ortaya konulduğunu ifade etmiştir. Bu yöntemlerden biri nazar ve istidlâl; diğeri keşf ve müşahededir. Ona göre her ne kadar iki yol birbirinden farklı gibi görünse de her iki yol da aynı hakikate ulaştırmaktadır. Çünkü bu yollardan birinden hareket edilerek diğerine ulaşabilme imkânı söz konusudur. Görünüşte birbirinden farklıymış gibi olan her iki yolun yolcusu da tıpkı iki denizin birleştiği bir yer gibi, aynı hakikate ulaşabilmektedir. Dolayısıyla Kâtip Çelebi, her iki yolun birbirini tamamladığını düşünmekte ve her iki yöntemin birlikte kullanılması suretiyle insanın Tanrı’yı tanıyabileceğini belirtmektedir. Bu bağlamda çalışmada Kâtip Çelebi’nin zikrettiği mârifetullah’a ulaştıran iki yönteme ilişkin yorum, katkı ve eleştirileri detaylı bir şekilde incelenecektir.","PeriodicalId":157960,"journal":{"name":"ULUM","volume":"1 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-07-31","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"128657902","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Gazzâlî (ö. 505/1111) hicrî beşinci asrın önemli âlimlerinden biridir. Hüccetü’l-İslâm (İslâm’ın delili) unvanıyla bilinen Gazzâlî; kelam, felsefe, tasavvuf, fıkıh, fıkıh usûlü ilimlerinde eserler telif etmiştir. Son eseri olduğu tahmin edilen el-Mustasfâ min ‘ilmi’l-usûl, fıkıh usûlü alanında mütekellim metoduna göre yazılmış dört temel eserden biri kabul edilmektedir. Gazzâlî’nin ömrünün sonlarına doğru kaleme aldığı belirtilen el-Mustasfâ’nın bir anlamda müellifin görüşlerinin kemale erdiği bir döneme denk geldiği ifade edilebilir. Bu itibarla İslâmî ilimlerde ciddi bir birikimi haiz olan Gazzâlî’nin bakış açısıyla İslâm hukuk metodolojisinde öteden beri sıcaklığını muhafaza eden delillerin teâruzu meselesinin bahse konu eser özelinde ele alınması ayrı bir değer arz etmektedir. İslâm hukuku bağlamında teâruz konusu ele alındığında, fukahânın teâruzun varlığı veya yokluğuna ilişkin farklı yaklaşımlar sergilediği görülür. Bunun yanı sıra teâruzun varlığını kabul eden İslâm hukukçularının da söz konusu teâruzun alanı, kapsamı ve teâruzun izalesi ekseninde farklı görüşlere sahip olduğu da bir gerçektir. Deliller arası çatışma (teâruz) ve bu çatışmayı giderme yöntemlerinden biri olarak tercih, fıkıh usûlünün önemli konuları arasında yer almaktadır. Fıkıh usûlünün teşekkül sürecinde somut örnekler üzerinde görülen bu problem ve çözüm önerileri fıkıh usûlünün tedvin sürecinin başlamasıyla pek çok müellifin eserinde yer almıştır. Söz konusu bahse kayıtsız kalmayan Gazzâlî de eserinde naslar arası tercih sebebi olarak isnad, metin ve bunun dışındaki durumlara bağlı sebepleri ele almaktadır. Ayrıca illetler arası çatışmada da hangi gerekçelere binaen tercih yapılacağını detaylı bir şekilde incelemektedir. Eserinde sadece kendi kabul ettiği tercih sebeplerini değil, diğer usûlcülerin konuya ilişkin tercih sebeplerini de zikretmektedir. Binaenaleyh Gazzâlî el-Mustasfâ isimli eserini dört ana bölüme ayırmış, teâruz ve tercih konularını da eserin dördüncü bölümünü teşkil eden ictihad ana başlığının bir alt başlığı olarak incelemiştir. Araştırmamız el-Mustasfâ min ‘ilmi’l-usûl özelinde doktrindeki teâruz meselesinin mahiyetini, teâruz ve tercih sebeplerini İslâm bilim tarihinde haklı bir şöhreti haiz olan Gazzâlî’nin bakış açısı bağlamında ele almayı amaçlamaktadır. Konu tarihsel süreçte farklı disiplinlerde detaylıca yer aldığından ve makalemizin sınırlarını aşacağından ayrıntıya girilmemiştir. Buna karşın yeri geldikçe usûlcüler tarafından teâruzun giderilmesinde izlenilen yöntem ile Gazzâlî’nin meseleye ilişkin yaklaşımı yanında diğer âlimlerle ittifak ve ihtilaf ettiği noktalara da temas edilecektir. Son olarak teâruzun giderilmesinde başvurulan tercih yönteminde Gazzâlî’nin hangi şartları güçlü, hangi şartları zayıf bulduğu sebepleriyle beraber tadat edilecektir.
{"title":"The Conflict of Evidence and Reasons for Preference According to al-Ghazālī (in the Context of al-Mustasfā)","authors":"Yaşar Yi̇ği̇t, Rahme Betül Taşci","doi":"10.54659/ulum.1287580","DOIUrl":"https://doi.org/10.54659/ulum.1287580","url":null,"abstract":"Gazzâlî (ö. 505/1111) hicrî beşinci asrın önemli âlimlerinden biridir. Hüccetü’l-İslâm (İslâm’ın delili) unvanıyla bilinen Gazzâlî; kelam, felsefe, tasavvuf, fıkıh, fıkıh usûlü ilimlerinde eserler telif etmiştir. Son eseri olduğu tahmin edilen el-Mustasfâ min ‘ilmi’l-usûl, fıkıh usûlü alanında mütekellim metoduna göre yazılmış dört temel eserden biri kabul edilmektedir. Gazzâlî’nin ömrünün sonlarına doğru kaleme aldığı belirtilen el-Mustasfâ’nın bir anlamda müellifin görüşlerinin kemale erdiği bir döneme denk geldiği ifade edilebilir. Bu itibarla İslâmî ilimlerde ciddi bir birikimi haiz olan Gazzâlî’nin bakış açısıyla İslâm hukuk metodolojisinde öteden beri sıcaklığını muhafaza eden delillerin teâruzu meselesinin bahse konu eser özelinde ele alınması ayrı bir değer arz etmektedir. İslâm hukuku bağlamında teâruz konusu ele alındığında, fukahânın teâruzun varlığı veya yokluğuna ilişkin farklı yaklaşımlar sergilediği görülür. Bunun yanı sıra teâruzun varlığını kabul eden İslâm hukukçularının da söz konusu teâruzun alanı, kapsamı ve teâruzun izalesi ekseninde farklı görüşlere sahip olduğu da bir gerçektir. Deliller arası çatışma (teâruz) ve bu çatışmayı giderme yöntemlerinden biri olarak tercih, fıkıh usûlünün önemli konuları arasında yer almaktadır. Fıkıh usûlünün teşekkül sürecinde somut örnekler üzerinde görülen bu problem ve çözüm önerileri fıkıh usûlünün tedvin sürecinin başlamasıyla pek çok müellifin eserinde yer almıştır. Söz konusu bahse kayıtsız kalmayan Gazzâlî de eserinde naslar arası tercih sebebi olarak isnad, metin ve bunun dışındaki durumlara bağlı sebepleri ele almaktadır. Ayrıca illetler arası çatışmada da hangi gerekçelere binaen tercih yapılacağını detaylı bir şekilde incelemektedir. Eserinde sadece kendi kabul ettiği tercih sebeplerini değil, diğer usûlcülerin konuya ilişkin tercih sebeplerini de zikretmektedir. Binaenaleyh Gazzâlî el-Mustasfâ isimli eserini dört ana bölüme ayırmış, teâruz ve tercih konularını da eserin dördüncü bölümünü teşkil eden ictihad ana başlığının bir alt başlığı olarak incelemiştir. Araştırmamız el-Mustasfâ min ‘ilmi’l-usûl özelinde doktrindeki teâruz meselesinin mahiyetini, teâruz ve tercih sebeplerini İslâm bilim tarihinde haklı bir şöhreti haiz olan Gazzâlî’nin bakış açısı bağlamında ele almayı amaçlamaktadır. Konu tarihsel süreçte farklı disiplinlerde detaylıca yer aldığından ve makalemizin sınırlarını aşacağından ayrıntıya girilmemiştir. Buna karşın yeri geldikçe usûlcüler tarafından teâruzun giderilmesinde izlenilen yöntem ile Gazzâlî’nin meseleye ilişkin yaklaşımı yanında diğer âlimlerle ittifak ve ihtilaf ettiği noktalara da temas edilecektir. Son olarak teâruzun giderilmesinde başvurulan tercih yönteminde Gazzâlî’nin hangi şartları güçlü, hangi şartları zayıf bulduğu sebepleriyle beraber tadat edilecektir.","PeriodicalId":157960,"journal":{"name":"ULUM","volume":"16 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-07-31","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"121639795","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Hz. Peygamber döneminde iman kavramı ve kapsamına giren ögeleriyle bağlantısının niceliğinde herhangi bir ihtilaf olduğuna dair kaynaklarda bir kayda rastlanmamaktadır. Sahâbe döneminde Müslümanlar arasında vuku bulan savaşlar, büyük günah sahibi kişinin durumu ile ilgili birçok tartışmaya yol açınca, dinin en temel noktasının ifadesi olan bu kavramın kapsamı ve niceliğinde tartışma ve ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Öyle ki, bu tartışmalar bazı kelâmî mezheplerin oluşum nüveleri olmuştur. İlk dönemde ileri sürülen muhtelif iman tariflerinin pratikteki karşılığı İslâm toplumunu tefrika ve kargaşaya düşürecek kadar etkili olabilmiştir. Hâriciyye fırkasının imanı kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel esaslarından müteşekkil kabul etmesi ve her bir esası imanın eşit ağırlıkta birer ögesi şeklinde görmesi, tasdik ve ikrarın varlığı halinde bile amelde meydana gelen taksiratın küfür sayılmasına yol açmıştır. Böylece bu tarifteki amel, imanı tamamlayan bir öge olunca, iman, inkâr kavramının zıt anlamlısı şeklinde anlaşılmıştır. Bazı fırkalar ise imanı sadece dilin ikrarı şeklinde tarif ederek ameli imanla bağlantılı görmemişlerdir. Birinci yönelimde mevcut kavramlar arasındaki bağlantı şiddete, ikincisinde ise ibadetlerde ilgisizliğe yol açmıştır. Bu sebeple başta Ebû Hanîfe ve Matürîdî olmak üzere bazı kelâmcılar karşı tezler üretmişlerdir. Ebû Hanîfe’ye göre, iman kalbin tasdiki ve dilin ikrarı olan iki ögeden oluşmaktadır. Bu ögelerin birbiriyle bağlantısı zorunlu değildir. Zira ikrah ve dilsiz olan kişinin imanı geçerlidir. Bu sebeple ona göre iman kalbin tasdikidir, ikrar ise tasdikin varlığının ifadesidir. Böylece tasdik temel, ikrar ise tali bir öge olarak imanla bağlantılıdır. Amel ise imanın oluşmasında etkili bir öge değildir. Ancak tamamen bağımsız da değildir. Naslarla belirlenmiş bağlayıcı farizalardır. Birçok farizanın olmadığı Mekke döneminde vefat eden mü’minlerin durumu ve her bir peygamberin şeriatinin farklı olması bunu göstermektedir. Matürîdî’ye göre tasdik imanın tek temel esasıdır. İkrar tasdiki ifade etmesi hasebiyle tasdikle bağlantılıdır. Amel ise imanın bir cüz’ü değildir. Böylece her ikisinin de iman tarifinde tasdik temel esas ikrar ikinci dereceden önemsenmiş bir esas olmakla beraber amel tarifte yer almamıştır. İşte bu çalışmada Ebû Hanîfe ve Matürîdî’ye göre iman, amel ve iki kavram arasındaki bağlantının niceliği ele alınmıştır. Her ikisinin de ameli imanın bir cüz’ü şeklinde değil, mü’min kişinin nas ile sabit olan sorumlulukları şeklinde gördükleri anlaşılmıştır. Onlara göre, ameldeki taksirat mü’mini dinden çıkarmaz. Zira amel, iman edildikten sonra farz kılınmış ve kişinin ameldeki taksiratının karşılığı Allah’ın dilemesine bağlanmıştır.
{"title":"Ebû Hanîfe ve Matürîdî’ye Göre İman-Amel Bağlantısı","authors":"Zekerya Saribulak","doi":"10.54659/ulum.1259078","DOIUrl":"https://doi.org/10.54659/ulum.1259078","url":null,"abstract":"Hz. Peygamber döneminde iman kavramı ve kapsamına giren ögeleriyle bağlantısının niceliğinde herhangi bir ihtilaf olduğuna dair kaynaklarda bir kayda rastlanmamaktadır. Sahâbe döneminde Müslümanlar arasında vuku bulan savaşlar, büyük günah sahibi kişinin durumu ile ilgili birçok tartışmaya yol açınca, dinin en temel noktasının ifadesi olan bu kavramın kapsamı ve niceliğinde tartışma ve ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Öyle ki, bu tartışmalar bazı kelâmî mezheplerin oluşum nüveleri olmuştur. İlk dönemde ileri sürülen muhtelif iman tariflerinin pratikteki karşılığı İslâm toplumunu tefrika ve kargaşaya düşürecek kadar etkili olabilmiştir. Hâriciyye fırkasının imanı kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel esaslarından müteşekkil kabul etmesi ve her bir esası imanın eşit ağırlıkta birer ögesi şeklinde görmesi, tasdik ve ikrarın varlığı halinde bile amelde meydana gelen taksiratın küfür sayılmasına yol açmıştır. Böylece bu tarifteki amel, imanı tamamlayan bir öge olunca, iman, inkâr kavramının zıt anlamlısı şeklinde anlaşılmıştır. Bazı fırkalar ise imanı sadece dilin ikrarı şeklinde tarif ederek ameli imanla bağlantılı görmemişlerdir. Birinci yönelimde mevcut kavramlar arasındaki bağlantı şiddete, ikincisinde ise ibadetlerde ilgisizliğe yol açmıştır. Bu sebeple başta Ebû Hanîfe ve Matürîdî olmak üzere bazı kelâmcılar karşı tezler üretmişlerdir. Ebû Hanîfe’ye göre, iman kalbin tasdiki ve dilin ikrarı olan iki ögeden oluşmaktadır. Bu ögelerin birbiriyle bağlantısı zorunlu değildir. Zira ikrah ve dilsiz olan kişinin imanı geçerlidir. Bu sebeple ona göre iman kalbin tasdikidir, ikrar ise tasdikin varlığının ifadesidir. Böylece tasdik temel, ikrar ise tali bir öge olarak imanla bağlantılıdır. Amel ise imanın oluşmasında etkili bir öge değildir. Ancak tamamen bağımsız da değildir. Naslarla belirlenmiş bağlayıcı farizalardır. Birçok farizanın olmadığı Mekke döneminde vefat eden mü’minlerin durumu ve her bir peygamberin şeriatinin farklı olması bunu göstermektedir. Matürîdî’ye göre tasdik imanın tek temel esasıdır. İkrar tasdiki ifade etmesi hasebiyle tasdikle bağlantılıdır. Amel ise imanın bir cüz’ü değildir. Böylece her ikisinin de iman tarifinde tasdik temel esas ikrar ikinci dereceden önemsenmiş bir esas olmakla beraber amel tarifte yer almamıştır. İşte bu çalışmada Ebû Hanîfe ve Matürîdî’ye göre iman, amel ve iki kavram arasındaki bağlantının niceliği ele alınmıştır. Her ikisinin de ameli imanın bir cüz’ü şeklinde değil, mü’min kişinin nas ile sabit olan sorumlulukları şeklinde gördükleri anlaşılmıştır. Onlara göre, ameldeki taksirat mü’mini dinden çıkarmaz. Zira amel, iman edildikten sonra farz kılınmış ve kişinin ameldeki taksiratının karşılığı Allah’ın dilemesine bağlanmıştır.","PeriodicalId":157960,"journal":{"name":"ULUM","volume":"87 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-07-31","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"134020978","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Bu çalışmada Süleyman Ateş’in haberî sıfatlara ilişkin görüşleri ele alınmıştır. Allah’ın sıfatları konusu, İslam tarihinde daha çok ilk yüzyılın sonlarından itibaren tartışılmaya başlanmış olan bir konudur. Bu tartışmalar Allah’a zâtı dışında veya zâtıyla beraber bir sıfat nispet edilip edilmeyeceği, edilecekse bunların neler olduğu, taksimi ve bu sıfatların keyfiyetinin nasıl anlaşılacağı gibi başlıklarda yürütülmüştür. Haberî sıfatlar da tartışılan bu başlıkların önemlilerinden biri olmuştur. Genelde sıfatlar özelde ise haberî sıfatlar konusu, Kelam ve İslam Mezhepleri Tarihi (Fırak Geleneği) alanlarında herhangi bir anlayış, mezhep, ekol, grup veya kişinin hüviyetinin belirlenmesi hususunda önemli göstergelerden biridir. İtikâdî görüşlerin şekillenmesi ve bunların yaygın olarak kabul edilmesinde coğrafyanın son derece önemli bir unsur olduğu aşikârdır. Dolayısıyla araştırmanın temel hipotezi, Ateş’in haberî sıfatlar hakkındaki görüşlerinin bu topraklarda yaygın olan itikadî mezheplerinki ile aynı doğrultuda olacağı şeklindedir. Bu bağlamda Türkiye’de yetişmiş bir âlimin haberî sıfatlarla ilgili görüşlerinin ortaya konulması önemli görülmüştür. Nitel araştırma hüviyetindeki bu çalışmada, Ateş’in haberî sıfatlar hakkındaki görüşleri incelenerek konu hakkındaki düşüncelerinin ortaya konulması amaçlanmaktadır. Araştırmanın hedefleri bağlamında öncelikle sıfatlar konusunda bir genel çerçeve çizilmiş, sonrasında haberî sıfatlar hakkında Mu‘tezile, Ehl-i Hadîs, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye gibi ekol ve mezheplerin görüşleri ana hatlarıyla ortaya konulmuş ve Ateş’in haberî sıfatlarla ilgili görüşleri vech, ‘ayn, yed ve istivâ örnekleminde incelenerek bir değerlendirme yapılmıştır. Haberî sıfatları kabul eden Süleyman Ateş, bunları Allah’ın zâtı ve fiilleri ile ilgili olanlar şeklinde ayırıp ‘uluvv, ‘ayn, vech, yed, isba‘ ve kabza sıfatlarını zâtına; istivâ, nüzul, rahmet ve gazab sıfatlarını ise fiiline ilişkin sıfatlar olarak tasnif etmektedir. Ateş’e göre haberî sıfatlar Allah’ın, daha iyi anlamaları için kullarına kullandığı bir üslubun parçasıdır. Çünkü insanlar sözlerinin gücünü artırmak için kendi aralarında -dili ne olursa olsun- mecazlı söyleyişlere yer vermektedir. Bu sebeple Allah görünmez alemi, görünen alemden hareketle anlatmıştır. Bunları gerçek manasıyla anlamak doğru değildir. Şayet bunlar gerçek anlamında anlaşılırsa Müşebbihe ve Mücessime’nin hatasına düşülmüş olur. Allah ise teşbîhi andıran her türlü düşünceden münezzehtir. Ateş, çalışma kapsamında ele alınan vech sıfatını Allah’ın zâtı ve Allah’ın rızası; yed sıfatını cömertlik ve bey‘at (Bey’atü’r-Rıdvân), ‘ayn sıfatını da gözetim ve koruma altına alma anlamlarında kullanmakta; istivâ sıfatını ise yönetimi eline almak, kurulmak ve hükümrân olmak anlamlarında açıklayarak bir nevi te’vil yapmaktadır. Ateş’in, bu tespitlerle Mâtürîdîler’in bu konulardaki görüşlerine yakın yorumlar serdettiği görülmektedir.
{"title":"Haberî Sıfatlar ve Süleyman Ateş’in Haberî Sıfatlara İlişkin Görüşleri","authors":"Cenksu Üçer, Merve Ünal","doi":"10.54659/ulum.1312736","DOIUrl":"https://doi.org/10.54659/ulum.1312736","url":null,"abstract":"Bu çalışmada Süleyman Ateş’in haberî sıfatlara ilişkin görüşleri ele alınmıştır. Allah’ın sıfatları konusu, İslam tarihinde daha çok ilk yüzyılın sonlarından itibaren tartışılmaya başlanmış olan bir konudur. Bu tartışmalar Allah’a zâtı dışında veya zâtıyla beraber bir sıfat nispet edilip edilmeyeceği, edilecekse bunların neler olduğu, taksimi ve bu sıfatların keyfiyetinin nasıl anlaşılacağı gibi başlıklarda yürütülmüştür. Haberî sıfatlar da tartışılan bu başlıkların önemlilerinden biri olmuştur. Genelde sıfatlar özelde ise haberî sıfatlar konusu, Kelam ve İslam Mezhepleri Tarihi (Fırak Geleneği) alanlarında herhangi bir anlayış, mezhep, ekol, grup veya kişinin hüviyetinin belirlenmesi hususunda önemli göstergelerden biridir. İtikâdî görüşlerin şekillenmesi ve bunların yaygın olarak kabul edilmesinde coğrafyanın son derece önemli bir unsur olduğu aşikârdır. Dolayısıyla araştırmanın temel hipotezi, Ateş’in haberî sıfatlar hakkındaki görüşlerinin bu topraklarda yaygın olan itikadî mezheplerinki ile aynı doğrultuda olacağı şeklindedir. Bu bağlamda Türkiye’de yetişmiş bir âlimin haberî sıfatlarla ilgili görüşlerinin ortaya konulması önemli görülmüştür. Nitel araştırma hüviyetindeki bu çalışmada, Ateş’in haberî sıfatlar hakkındaki görüşleri incelenerek konu hakkındaki düşüncelerinin ortaya konulması amaçlanmaktadır. Araştırmanın hedefleri bağlamında öncelikle sıfatlar konusunda bir genel çerçeve çizilmiş, sonrasında haberî sıfatlar hakkında Mu‘tezile, Ehl-i Hadîs, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye gibi ekol ve mezheplerin görüşleri ana hatlarıyla ortaya konulmuş ve Ateş’in haberî sıfatlarla ilgili görüşleri vech, ‘ayn, yed ve istivâ örnekleminde incelenerek bir değerlendirme yapılmıştır. Haberî sıfatları kabul eden Süleyman Ateş, bunları Allah’ın zâtı ve fiilleri ile ilgili olanlar şeklinde ayırıp ‘uluvv, ‘ayn, vech, yed, isba‘ ve kabza sıfatlarını zâtına; istivâ, nüzul, rahmet ve gazab sıfatlarını ise fiiline ilişkin sıfatlar olarak tasnif etmektedir. Ateş’e göre haberî sıfatlar Allah’ın, daha iyi anlamaları için kullarına kullandığı bir üslubun parçasıdır. Çünkü insanlar sözlerinin gücünü artırmak için kendi aralarında -dili ne olursa olsun- mecazlı söyleyişlere yer vermektedir. Bu sebeple Allah görünmez alemi, görünen alemden hareketle anlatmıştır. Bunları gerçek manasıyla anlamak doğru değildir. Şayet bunlar gerçek anlamında anlaşılırsa Müşebbihe ve Mücessime’nin hatasına düşülmüş olur. Allah ise teşbîhi andıran her türlü düşünceden münezzehtir. Ateş, çalışma kapsamında ele alınan vech sıfatını Allah’ın zâtı ve Allah’ın rızası; yed sıfatını cömertlik ve bey‘at (Bey’atü’r-Rıdvân), ‘ayn sıfatını da gözetim ve koruma altına alma anlamlarında kullanmakta; istivâ sıfatını ise yönetimi eline almak, kurulmak ve hükümrân olmak anlamlarında açıklayarak bir nevi te’vil yapmaktadır. Ateş’in, bu tespitlerle Mâtürîdîler’in bu konulardaki görüşlerine yakın yorumlar serdettiği görülmektedir.","PeriodicalId":157960,"journal":{"name":"ULUM","volume":"34 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2023-07-31","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"131366804","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
One of the most debated problems in the history of philosophy is the problem of evil. However, this issue is not only a problem of philosophy but also that of the religions which have a tradition of revelation. Religions such as Judaism, Christianity and Islam deal with this problem to some extent. Their instruments for answering this issue differ from philosophical explanations used the reasoning process intensely. Philosophers and theologians have tried to answer according to the religious tradition they belong to while offering some solutions to this problem. However, while giving these answers, they did not always take religious tradition into consideration, and they often tried to offer philosophical answers. In this paper, I tried to concentrate on some verses of the Qur'an that can be associated with the problem of evil and to show the relations between the concepts used in this context. Subsequently, I discussed whether some of the parables in the Qur’an can be evaluated within the framework of theodicy. Moreover, throughout this study, I tried to reveal the differences between the argument and style in the Qur'an and the philosophical theodicy also called systematic theodicy.
{"title":"A BRIEF COMPARISON BETWEEN SYSTEMATIC THEODICY AND THE QURANIC THEODICY","authors":"Emrullah Kurt","doi":"10.54659/ulum.1183466","DOIUrl":"https://doi.org/10.54659/ulum.1183466","url":null,"abstract":"One of the most debated problems in the history of philosophy is the problem of evil. However, this issue is not only a problem of philosophy but also that of the religions which have a tradition of revelation. Religions such as Judaism, Christianity and Islam deal with this problem to some extent. Their instruments for answering this issue differ from philosophical explanations used the reasoning process intensely. Philosophers and theologians have tried to answer according to the religious tradition they belong to while offering some solutions to this problem. However, while giving these answers, they did not always take religious tradition into consideration, and they often tried to offer philosophical answers. In this paper, I tried to concentrate on some verses of the Qur'an that can be associated with the problem of evil and to show the relations between the concepts used in this context. Subsequently, I discussed whether some of the parables in the Qur’an can be evaluated within the framework of theodicy. Moreover, throughout this study, I tried to reveal the differences between the argument and style in the Qur'an and the philosophical theodicy also called systematic theodicy.","PeriodicalId":157960,"journal":{"name":"ULUM","volume":"3 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2022-12-30","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"128380131","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Hz. Peygamber’in Medine’de temellerini attığı, vahye dayanan, akla güvenen ve ilimle gelişen medeniyet düşüncesinden uzaklaşan Müslümanlar, Batı karşısında, medeniyet alanında çağın gereklerine uygun yeni düşünceler getiremeyince geriye düşmüştür. İslâm Medeniyetinin lokomotifi durumunda olan Osmanlı Devleti de çağın gereklerine göre kendini yenile(ye)meyince gerileme kaçınılmaz olmuştur. Geniş anlamda İslâm dünyasının dar anlamda ise Osmanlının tekrar ikbal günlerine ulaşması için birtakım düşünce adamları büyük çabalar sarf etmeye başlamışlardır. Özellikle Osmanlı Cihan Devleti’nin en uzun yüzyılı olarak kabul edilen 19. yüzyılda İslâm coğrafyasının muhtelif bölgelerinde ortaya çıkan düşünce adamları İslâm dünyasının ve Osmanlının kurtuluşu için bazı çözüm önerileri sunmuşlardır. Osmanlının ve İslâm dünyasının kurtuluşu için ilk olarak 1870’lerde İslâmcılıkla başlayan düşünce akımları, Türkçülük, Osmanlıcılık, Batıcılık ve İttihad-ı İslâm’la devam etmiştir. 19. yüzyılda söz konusu düşünce akımlarının öncüleri olarak Cemaleddin Efgânî, Muhammed Abduh, Tunuslu Hayreddin Paşa, Emir Şekip Arslan, Said Halim Paşa, Bediüzzaman Said Nursi, Mehmet Âkif gibi dönemin fikir ve siyaset adamları ön plana çıkmıştır. Özellikle İslâmcılık ve bunun birleştirici yönü olan İttihad-ı İslâm düşüncesi zihinlerde büyük yer tutmuştur. İslâmcılık 19. ve 20. yüzyılda inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk ve eğitim gibi alanlarda bir bütün olarak İslâm’ı yeniden çağdaş yorumlarla hayata hâkim kılmayı, akılcı bir metotla Hz. Peygamber’in Mekke’de inşa ettiği Müslüman zihnini tekrar hayata geçirmeyi ve bunun sonucunda da İslâm dünyasını Batının sömürüsünden, sahih İslâmî geleneği yok eden modernizmin etkilerinden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtararak, medenileştirmeyi, birleştirmeyi ve kalkındırmayı hedeflemiştir. Siyasî, ilmî ve fikrî çalışmaları önceleyen bu akımın aktivistleri birçok teklif ve çözümler ortaya koymuşlardır. Bunlar arasında İslâmcılık/İttihad-ı İslâm fikrine sahip olan Muhammed Abduh hayatı boyunca İslâm ve Müslümanların yücelmesi, Batı’nın esaretinden kurtulması için çalışmış; Mehmet Âkif de yaşadığı Meşrutiyet, İttihad ve Terakki ile Cumhuriyet dönemlerinde söz konusu düşüncelerinden taviz vermemiştir. Dolayısıyla İslâmcılık/İttihad-ı İslâm düşüncelerinin sistemleşmesi ve devam etmesi hususunda bu iki şahsiyetin çabalarının iyi bilinmesi gerekmektedir. Bu vesile ile çalışmamızda İslâmcılık ve buna eklenen İttihad-ı İslâm akımı içerisinde İslâm coğrafyasının Mısır havzasında yetişen ve Batı’yı iyi tanıyan Muhammed Abduh ile Anadolu/Balkanlar havzasında yetişen Mehmet Âkif’in görüşlerini mukayeseli olarak ortaya koymaya çalışacağız.
{"title":"OSMANLIDA İSLÂMCILIK DÜŞÜNCESİNDE MUHAMMED ABDUH VE MEHMET ÂKİF","authors":"Yasin Yilmaz","doi":"10.54659/ulum.1122374","DOIUrl":"https://doi.org/10.54659/ulum.1122374","url":null,"abstract":"Hz. Peygamber’in Medine’de temellerini attığı, vahye dayanan, akla güvenen ve ilimle gelişen medeniyet düşüncesinden uzaklaşan Müslümanlar, Batı karşısında, medeniyet alanında çağın gereklerine uygun yeni düşünceler getiremeyince geriye düşmüştür. İslâm Medeniyetinin lokomotifi durumunda olan Osmanlı Devleti de çağın gereklerine göre kendini yenile(ye)meyince gerileme kaçınılmaz olmuştur. Geniş anlamda İslâm dünyasının dar anlamda ise Osmanlının tekrar ikbal günlerine ulaşması için birtakım düşünce adamları büyük çabalar sarf etmeye başlamışlardır. Özellikle Osmanlı Cihan Devleti’nin en uzun yüzyılı olarak kabul edilen 19. yüzyılda İslâm coğrafyasının muhtelif bölgelerinde ortaya çıkan düşünce adamları İslâm dünyasının ve Osmanlının kurtuluşu için bazı çözüm önerileri sunmuşlardır. \u0000 Osmanlının ve İslâm dünyasının kurtuluşu için ilk olarak 1870’lerde İslâmcılıkla başlayan düşünce akımları, Türkçülük, Osmanlıcılık, Batıcılık ve İttihad-ı İslâm’la devam etmiştir. 19. yüzyılda söz konusu düşünce akımlarının öncüleri olarak Cemaleddin Efgânî, Muhammed Abduh, Tunuslu Hayreddin Paşa, Emir Şekip Arslan, Said Halim Paşa, Bediüzzaman Said Nursi, Mehmet Âkif gibi dönemin fikir ve siyaset adamları ön plana çıkmıştır. Özellikle İslâmcılık ve bunun birleştirici yönü olan İttihad-ı İslâm düşüncesi zihinlerde büyük yer tutmuştur. İslâmcılık 19. ve 20. yüzyılda inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk ve eğitim gibi alanlarda bir bütün olarak İslâm’ı yeniden çağdaş yorumlarla hayata hâkim kılmayı, akılcı bir metotla Hz. Peygamber’in Mekke’de inşa ettiği Müslüman zihnini tekrar hayata geçirmeyi ve bunun sonucunda da İslâm dünyasını Batının sömürüsünden, sahih İslâmî geleneği yok eden modernizmin etkilerinden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtararak, medenileştirmeyi, birleştirmeyi ve kalkındırmayı hedeflemiştir. Siyasî, ilmî ve fikrî çalışmaları önceleyen bu akımın aktivistleri birçok teklif ve çözümler ortaya koymuşlardır. \u0000 Bunlar arasında İslâmcılık/İttihad-ı İslâm fikrine sahip olan Muhammed Abduh hayatı boyunca İslâm ve Müslümanların yücelmesi, Batı’nın esaretinden kurtulması için çalışmış; Mehmet Âkif de yaşadığı Meşrutiyet, İttihad ve Terakki ile Cumhuriyet dönemlerinde söz konusu düşüncelerinden taviz vermemiştir. Dolayısıyla İslâmcılık/İttihad-ı İslâm düşüncelerinin sistemleşmesi ve devam etmesi hususunda bu iki şahsiyetin çabalarının iyi bilinmesi gerekmektedir. Bu vesile ile çalışmamızda İslâmcılık ve buna eklenen İttihad-ı İslâm akımı içerisinde İslâm coğrafyasının Mısır havzasında yetişen ve Batı’yı iyi tanıyan Muhammed Abduh ile Anadolu/Balkanlar havzasında yetişen Mehmet Âkif’in görüşlerini mukayeseli olarak ortaya koymaya çalışacağız.","PeriodicalId":157960,"journal":{"name":"ULUM","volume":"136 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2022-12-25","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"114653564","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Dua sözcüğü, “çağırmak, seslenmek, istemek; yardım talep etmek” mânasındaki da‘vet ve da‘vâ kelimeleri gibi masdardır. “Küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya vâki olan talep ve niyaz” anlamında isim olarak kullanılır. Bu çalışmada Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu bölgesinde yer alan ve güzide illerinden biri olan Mardin vilayetindeki Gökçe köyü ve çevresinde kullanılan duaların, fasih Arapça ve Türkçedekilerle karşılaştırmalı bir şekilde ele alınması hedeflenmiştir. Mardin Gökçe köyü ve çevresinde kullanılan Arapça dualar tematik sıraya göre verilmiştir. Toplam on iki tema ve ve yüz kırk üç duanın ele alındığı çalışmamızda bölge halkının kullanımının yanında duaların standart Arapçası da verilerek Türkçedeki karşılıkları ile de değerlendirilmiştir. Duaların kullanıldığı bağlamlar gözetilerek karşılaştırma yapılmış ve dualarda kullanılan bazı kelimelerin etimolojik tahlili yapılmıştır. Bu kelimelerin fasih Arapçayla benzer ve farklı yanları zikredilmiştir. Ayrıca Mardin Gökçe köyü ve çevresinde kullanılan duaları ele almak suretiyle; yaşlı nüfusun vefatıyla yok olma tehlikesi ile yüz yüze kalabilecek olan sözlü kültürü kayıt altına alarak gelecek nesillere aktarmak da bir başka hedeftir. Diğer taraftan bu bölgede konuşulan dilin edebi ve kültürel zenginliğine katkı sağlamak amaçlanmıştır.
{"title":"MARDİN GÖKÇE KÖYÜ VE ÇEVRESİNDE KULLANILAN ARAPÇA DUALAR (KARŞILAŞTIRMALI TEMATİK BİR ÇALIŞMA)","authors":"İ. Çeli̇k, M. Araz","doi":"10.54659/ulum.1180942","DOIUrl":"https://doi.org/10.54659/ulum.1180942","url":null,"abstract":"Dua sözcüğü, “çağırmak, seslenmek, istemek; yardım talep etmek” mânasındaki da‘vet ve da‘vâ kelimeleri gibi masdardır. “Küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya vâki olan talep ve niyaz” anlamında isim olarak kullanılır. Bu çalışmada Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu bölgesinde yer alan ve güzide illerinden biri olan Mardin vilayetindeki Gökçe köyü ve çevresinde kullanılan duaların, fasih Arapça ve Türkçedekilerle karşılaştırmalı bir şekilde ele alınması hedeflenmiştir. Mardin Gökçe köyü ve çevresinde kullanılan Arapça dualar tematik sıraya göre verilmiştir. Toplam on iki tema ve ve yüz kırk üç duanın ele alındığı çalışmamızda bölge halkının kullanımının yanında duaların standart Arapçası da verilerek Türkçedeki karşılıkları ile de değerlendirilmiştir. Duaların kullanıldığı bağlamlar gözetilerek karşılaştırma yapılmış ve dualarda kullanılan bazı kelimelerin etimolojik tahlili yapılmıştır. Bu kelimelerin fasih Arapçayla benzer ve farklı yanları zikredilmiştir. Ayrıca Mardin Gökçe köyü ve çevresinde kullanılan duaları ele almak suretiyle; yaşlı nüfusun vefatıyla yok olma tehlikesi ile yüz yüze kalabilecek olan sözlü kültürü kayıt altına alarak gelecek nesillere aktarmak da bir başka hedeftir. Diğer taraftan bu bölgede konuşulan dilin edebi ve kültürel zenginliğine katkı sağlamak amaçlanmıştır.","PeriodicalId":157960,"journal":{"name":"ULUM","volume":"1 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2022-12-23","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"133421900","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Arap edebiyatı, modern dönemde şekil ve içerik açısından yeni gelişmelere tanıklık etmiştir. Son dönemlerde İslâm dünyasında yaşanan siyasi, sosyal ve kültürel değişimlerin etkisiyle ortaya çıkan İslâmî edebiyat akımı, bu gelişmelerden bir tanesidir. İslam tasavvurunu edebiyatla buluşturmaya çalışan ve şiir, hikâye, roman ve tiyatro gibi farklı türlerde birçok eser ortaya koyan bu akımın mensupları, çok sayıda edebiyatçıyı etkilemiştir. Seyyid Kutub ve kardeşi Muhammed Kutub ile başlayan ve edebî çevrelerde hâlâ etkinliğini devam ettirmekte olan edebi akımın Suriye’deki önemli temsilcilerinden biri şair, edip ve mütefekkir bir şahsiyet olan Muhammed Menlâ Ġuzeyyil’dir. Bu akımın Arapların divanı olarak nitelenen şiir alanındaki yetkin örneklerini veren şair, el-“Buhturiyyu’s-Sağîr” lakabıyla tanınmaktadır. Yayınladığı ilk eserine İslâmî edebiyatın öncüsü olan Seyyid Kutub’un tanınan tefsirinin adını anımsatacak şekilde “fî Zilâli’d-Da‘ve” adını vermiştir. Şair, dinî içerikli mesajları aktarma hususunda şiirlerden etkin bir şekilde yararlanmış ve oldukça sade bir dil kullanmıştır. Genellikle klasik aruz ölçüsünü tercih etmekle birlikte mensur şiir ya da tef‘île şiiri gibi serbest nazım biçimlerini de kullanmıştır. Ayrıca az sayıda kısa öykü kaleme alan şair, hitabet yönüyle öne çıkmış ve özellikle genç edebiyatçılar üzerinde etkili olmuştur. Hayatının büyük kısmını Halep’e bağlı önemli bir yerleşim yeri olan Menbic’te geçirmiş ve 5 Ocak 2016 tarihinde orada vefat etmiştir. Günümüzde devam etmekte olan Suriye iç savaşının gölgesinde faaliyetlerini sürdürmeye çalışan Menbic Muhammed Menlâ Ġuzeyyil Kütüphanesi bölgede onun adını yaşatmaktadır. İlim dünyasında da adının yaşaması temennisiyle hazırlanan bu küçük çalışmada öncelikle şairin hayatı ve eserleri tanıtılacaktır. Ardından bazı şiirlerinden örnekler verilerek şairin edebî şahsiyeti ortaya konulmaya çalışılacaktır.
{"title":"Muhammed Menlâ Ġuzeyyil ve Edebî Kişiliği","authors":"Muhammed Aşantoğrul","doi":"10.54659/ulum.1202454","DOIUrl":"https://doi.org/10.54659/ulum.1202454","url":null,"abstract":"Arap edebiyatı, modern dönemde şekil ve içerik açısından yeni gelişmelere tanıklık etmiştir. Son dönemlerde İslâm dünyasında yaşanan siyasi, sosyal ve kültürel değişimlerin etkisiyle ortaya çıkan İslâmî edebiyat akımı, bu gelişmelerden bir tanesidir. İslam tasavvurunu edebiyatla buluşturmaya çalışan ve şiir, hikâye, roman ve tiyatro gibi farklı türlerde birçok eser ortaya koyan bu akımın mensupları, çok sayıda edebiyatçıyı etkilemiştir. Seyyid Kutub ve kardeşi Muhammed Kutub ile başlayan ve edebî çevrelerde hâlâ etkinliğini devam ettirmekte olan edebi akımın Suriye’deki önemli temsilcilerinden biri şair, edip ve mütefekkir bir şahsiyet olan Muhammed Menlâ Ġuzeyyil’dir. Bu akımın Arapların divanı olarak nitelenen şiir alanındaki yetkin örneklerini veren şair, el-“Buhturiyyu’s-Sağîr” lakabıyla tanınmaktadır. Yayınladığı ilk eserine İslâmî edebiyatın öncüsü olan Seyyid Kutub’un tanınan tefsirinin adını anımsatacak şekilde “fî Zilâli’d-Da‘ve” adını vermiştir. Şair, dinî içerikli mesajları aktarma hususunda şiirlerden etkin bir şekilde yararlanmış ve oldukça sade bir dil kullanmıştır. Genellikle klasik aruz ölçüsünü tercih etmekle birlikte mensur şiir ya da tef‘île şiiri gibi serbest nazım biçimlerini de kullanmıştır. Ayrıca az sayıda kısa öykü kaleme alan şair, hitabet yönüyle öne çıkmış ve özellikle genç edebiyatçılar üzerinde etkili olmuştur. Hayatının büyük kısmını Halep’e bağlı önemli bir yerleşim yeri olan Menbic’te geçirmiş ve 5 Ocak 2016 tarihinde orada vefat etmiştir. Günümüzde devam etmekte olan Suriye iç savaşının gölgesinde faaliyetlerini sürdürmeye çalışan Menbic Muhammed Menlâ Ġuzeyyil Kütüphanesi bölgede onun adını yaşatmaktadır. İlim dünyasında da adının yaşaması temennisiyle hazırlanan bu küçük çalışmada öncelikle şairin hayatı ve eserleri tanıtılacaktır. Ardından bazı şiirlerinden örnekler verilerek şairin edebî şahsiyeti ortaya konulmaya çalışılacaktır.","PeriodicalId":157960,"journal":{"name":"ULUM","volume":"625 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2022-12-18","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"130941758","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}
Bu makalenin konusu, ülkemizde yazılan Türkçe meallerin yazılış amaçlarını tespit etmektir. Toplumda meallere gösterilen ilgi ve bu meyandaki tartışmalar, bizi böyle bir çalışma yapmaya sevk etmiştir. Bu çalışma sayesinde, meallerde yer verilen giriş, önsöz, sunuş, takdim gibi yazılarda, meallerin yazılış amaçlarına dair verilen bilgilerden hareketle, meallerin ele alınış gayelerini kategorize ederek, analizler yapılacak ve hem okuyuculara hem de yeni çalışmalara katkı sağlanacaktır. Önsözlerde belirtilen gayeler, çoğu defa mealin yazılış metot ve muhtevasına da işaret etmektedir. Bu gaye aynı zamanda kelime ve ayet düzeyinde tercih edilecek anlamı belirlemede de en önemli unsurlardan biridir. Çünkü meal yazarının başta koyduğu amaç, Kur’an’a bakış perspektifini de biçimlendirmektedir. Bu çalışmada Türkçe yazılan yüz elli civarında meale başvurulmuştur. Sonuç olarak, kimi meallerin dil ve üslûba, sadelik ve kolay anlaşılırlığa; bazı meallerin Kur’an’ın nüzûl dönemindeki anlamına; bazılarının Kur’an’ı ana dilde anlamaya ya da ulusçuluk düşüncesini yaygınlaştırmaya; bazılarının, ideolojik, meşrebî ya da mezhepçi perspektife; bazılarının siret, tarih, bağlam, kronolojik, bilimsel gelişmeler vb. yaklaşımlar şeklinde çeşitlendirilebilecek çerçevelerde Kur’an’ı yorumlamaya odaklandığı görülmüştür.
{"title":"Yazılış Amaçları Bakımından Kur’an Mealleri","authors":"Fatih Kanca","doi":"10.54659/ulum.1186374","DOIUrl":"https://doi.org/10.54659/ulum.1186374","url":null,"abstract":"Bu makalenin konusu, ülkemizde yazılan Türkçe meallerin yazılış amaçlarını tespit etmektir. Toplumda meallere gösterilen ilgi ve bu meyandaki tartışmalar, bizi böyle bir çalışma yapmaya sevk etmiştir. Bu çalışma sayesinde, meallerde yer verilen giriş, önsöz, sunuş, takdim gibi yazılarda, meallerin yazılış amaçlarına dair verilen bilgilerden hareketle, meallerin ele alınış gayelerini kategorize ederek, analizler yapılacak ve hem okuyuculara hem de yeni çalışmalara katkı sağlanacaktır. Önsözlerde belirtilen gayeler, çoğu defa mealin yazılış metot ve muhtevasına da işaret etmektedir. Bu gaye aynı zamanda kelime ve ayet düzeyinde tercih edilecek anlamı belirlemede de en önemli unsurlardan biridir. Çünkü meal yazarının başta koyduğu amaç, Kur’an’a bakış perspektifini de biçimlendirmektedir. Bu çalışmada Türkçe yazılan yüz elli civarında meale başvurulmuştur. Sonuç olarak, kimi meallerin dil ve üslûba, sadelik ve kolay anlaşılırlığa; bazı meallerin Kur’an’ın nüzûl dönemindeki anlamına; bazılarının Kur’an’ı ana dilde anlamaya ya da ulusçuluk düşüncesini yaygınlaştırmaya; bazılarının, ideolojik, meşrebî ya da mezhepçi perspektife; bazılarının siret, tarih, bağlam, kronolojik, bilimsel gelişmeler vb. yaklaşımlar şeklinde çeşitlendirilebilecek çerçevelerde Kur’an’ı yorumlamaya odaklandığı görülmüştür.","PeriodicalId":157960,"journal":{"name":"ULUM","volume":"29 1","pages":"0"},"PeriodicalIF":0.0,"publicationDate":"2022-12-12","publicationTypes":"Journal Article","fieldsOfStudy":null,"isOpenAccess":false,"openAccessPdf":"","citationCount":null,"resultStr":null,"platform":"Semanticscholar","paperid":"114533177","PeriodicalName":null,"FirstCategoryId":null,"ListUrlMain":null,"RegionNum":0,"RegionCategory":"","ArticlePicture":[],"TitleCN":null,"AbstractTextCN":null,"PMCID":"","EPubDate":null,"PubModel":null,"JCR":null,"JCRName":null,"Score":null,"Total":0}